Hoşgeldiniz niyetine…
“… Berlin Duvarı yıkıldığında, kapitalizmin doğasında içkin krizlerden, eşitsizliklerden bunalmış “Batı”nın SSCB’nin çöküşünü fırsata dönüştüreceğini, toplumsal refahı ihmal etmeyen yeni bir piyasa ekonomisi modeli geliştireceğini düşünmüştüm. Beklediğim barışın tekâmülüydü, ırkçılığın hortlaması değil. Yaşam biçimlerine saygılı demokrasilerdi, yeni Gertrude Bell’ler değil. Oburluğun itibarsızlaştırılmasıydı, Gezegen’i kurutması değil. Nükleer silâhlanmadan artan bilimin iyiliğin hizmetine tahsisiydi, kimyasal silâhların mükemmelleştirilmesi değil. Merhametti, CIA’nın “geliştirilmiş sorgulama teknikleri” değil. Bilge siyasetçilerdi, bitirim başkanlar değil. Öyle olmadı. İyilik ve umut, 21. Yüzyılın hedefleri arasında yer almıyor.
İş değil, yavrum. Özde sakat ekonomik sistemleri idame ettirmenin yolu şiddet değil. “Gerçek” inkâr edilemiyor. İster “Demokrasi” libası giyindirsinler, ister “Özgürlük”, ister “Hak”, kamusal vicdanla barışık olmayan sistemler dağılmaktan kurtulamıyor. Dağılmaktan kurtulamıyor ama “gerçek”in zaferi, hemen her zaman Basra harap olduktan sonra. O noktada Galile Etkisi(i)devreye giriyor. Korkak, “gerçek”le yüzleşmeyi reddediyor, hırçınlaşıyor. Cahil, “gerçek”i idrak edemiyor, küçümsüyor. Hain, kendi çıkarının peşinde, “gerçek”i tahrif ediyor, saptırıyor. “İyi” bir atanmışın vezir edebildiği bir halkı “kötü” bir seçilmişin rezil edebildiği de sır değil. Kadim tarih, monarşi, oligarşi, teokrasi veya demokrasinin bir avuç “iyi” insanın yüzsuyu hürmetine ayakta kaldığını teyid ediyor. “Gerçek” dirliğin doğru zamanda, doğru yerde konuşlanmış cömert ve adil insanlarla kaim olduğunu bildiriyor.
Gençliği altmışlı yıllara denk gelmiş bencileyn birisi için sosyalizm, kapitalizmden daha “adil” bir sistemdir. Gel gör, ne Sovyetler ahde vefa gösterdi, ne Amerikalılar tövbe etti. Her iki sistemin hakikatlarını bir üst sentezde birleştirebilecek modeller mümkündü, rağbet bulmadı. Sosyalist sistemi çökertenin kapitalizmin üstünlüğü değil, Partili oligarkların hantal ve acımasız uygulamaları olduğu görmezden gelindi. Gün oldu, devran döndü, bu defa da Avro-Amerikan seçkinleri gemi azıya aldılar. Komünizme karşı “kesin” zafer kazandıklarına iman etmişlerdi, Rus ortaklarını yedeklediler. Toplumcu duyarlılığın son izlerini de temizlemeye giriştiler, el birliği ile. Şimdi artık biri bırakırken diğeri alıyor. Mekke Hilton’un üst katları panoramik, oyunun son perdesi en iyi oralardan seyrediliyor.
Lâkin ne “modern” sosyoloji, ne siyaset bilimi, ne ilm-i iktisat, ne de tarih müfredatında onur, görev, sorumluluk, cömertlik, zarafet, merhamet, inayet, cesaret, erdem gibi sistemleri yaşatan bireysel hasletlere yer veriyor. Olsun. “Gerçek”in ne olup ne olmadığına dair küresel resmi söylemin vesayetinden kurtulmanın başka yolları da var. Görünüşte bağımsız unsurları birbirlerinin üstünden açıp inceleyebilir, “tüm” hakkında doğruya yakın fikir elde edebiliriz. Biricik gezegenimizi 21. Yüzyılın arsız baronlarına teslim edip, en başa dönmeye, bozkıra iltisaklı dilsiz ve mütehamil otlararücu etmeye razı değilsek, “bu dünya”ya dair gerçekleri organ nakleder gibi rikkat ve özenle birbirimize nakletmek, geleneksel masumiyetimizin ölümcül dezavantaja dönüşmesini önlemek zorundayız. İşleyebileceğimiz en büyük günah, birbirimize kayıtsız kalmamızdır.
Bireysel idrak bugünden yarına oluşmuyor. Sistemleştirilmiş malûmatı kılçıklarından ayırmak sabır, “gerçek”e ulaşmak cesaret ve zaman istiyor. Öğrenme alışkanlıklarımızı değiştirmek de kolay değil. Ne var ki, zaman rahat ve huzurlu olma zamanı değil. Biriktirip biriktirip de mezara götürmek iş değil. Tek bir ömrün yetiremediğini tamamlamaya çalışmak, yaşanmışı istifadeye açmak, oyuna yeni girenlerin tecrübe noksanını iyileştirmek gerekiyor. Buradaki külliye, bu yolda bir temrin aslında. Elim henüz kalem tutarken, tecrübemi tecrübenize, bildiklerimi bildiklerinize, hadi, lâfı dolandırmayayım, ömrümü ömrünüze katarak, 21. Yüzyıldaki yolculuğunuzda size belirli bir avans sağlama gayreti. İsterim ki, Kadir-i mutlak Allah’a duyduğu güvenle nefs’ini emniyete alan, O’ndan başka kimseyle meşgul olmayı nafile sayıp, bu dünyanın da bir “ayet” olduğunu unutan müminlerden olmayın.
Bu dünyaya bir de benim pencerelerimden bakın. İstemediklerinizi kapatın, yenilerini açın. Önümüzdeki yılları bir elimiz yağda, bir elimiz balda geçiştiremeyecekmişiz gibi duruyormuş. Olsun. Güneş her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğmaz. Tarih ezelden ebede dümdüz uzanan doğrusal bir hat değil, devirli bir oluşumdur. Gün olur, en gerideki en öndekinden ilerde olur. Aristarkus, Kopernik’e “zıpçıktı astrolog” diyen devrimci Martin Luter’den daha ilericidir. Ahmet Yesevi, Kadızade Mehmet’in çok ötesinde. Siz istihkâmlarınızı güçlendirin, zor zamanları fırsata çevirin. Benim yaşıma geldiğinizde, benim hiç olamadığım kadar hakîm, fehîm, müstakîm, emîn, mekîn ve metîn olun. (Sözlük kullanmayı da adet edinin.)
Aziz ülkemize gelince, ille de bir şeye benzetecekseniz, her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzeteceksiniz Türkiye’yi. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğerinin kurumakta, ötekinin meyve vermekte olduğunu görün. Tek bir sürgüne takılıp kalmayın, bütüne bakmayı adet edinin. Unutmayın ki, düz akılla anlaşılmaz, pergele, cetvele gelmez, kendisine has bir kimliği vardır, Türkiye’nin. Batmaz. Batarsa, Okyanuslar taşar. Mademki, son temsilcileriyiz Gezegen’in iyiliği için yaşatılması elzem bir medeniyetin, bizi durduracak tek “gerçek”, soğuyan Güneş’in dünyamızı yarı yolda bırakması ihtimali olmalı…”*
*”Nasihatname”den. Mayıs, 2019.