ADL'NİN DERDİ NE? (2)

Geçtiğimiz günlerde “1,5 milyon Ermeni’nin Osmanlı Türkleri tarafından kesilmesinin ‘soykırım’ olduğunu kabul” etmeye karar verdiğini açıklayan Kararlamaya Karşı Birlik, ADL, ABD’de, 1913’de, “B’nai B’rith Bağımsız Tarikatı”(1) tarafından kurulmuş. Resmi misyonu, “Yahudi halkına yöneltilen iftiralara /öncelikle/ akla ve vicdana, gerekirse yasalara başvurmak suretiyle son vermek” olarak açıklanmış. 
1900’lü yılların başında Amerika’da azgın bir Yahudi aleyhtarlığı hüküm sürüyor. O korkunç Ku Klax Klan, meselâ, zencilere karşı tutumunu Yahudilere karşı da sürdürmüştür. Nitekim, ADL’nin kuruluşunu “Leo Frank vakası” olarak bilinen trajik olaya bağlarlar. Yahudi Frank, Amerikanın en bağnaz eyaletleri arasında sayılan Georgia’da fabrika yöneticisidir. Mary Phagan adında bir kadına tecavüz ve cinayetle suçlanır, hapse atılır. Oysa, adam suçsuzdur. Georgia valisi cezasını iptal eder, ancak, salınıverilmeden önce cezaevini basanlar tarafından kaçırılır ve linç edilir. 


Örgütün o yıllardaki başlıca faaliyeti, Yahudilerin yazılı basında tekrarlanan basmakalıp olduğu kadar da olumsuz imajlarını düzeltmek, tiyatro ve sinemadaki “Yahudi tiplemesi”ni değiştirmektir ki, “kurnaz, korkak, pis Yahudi” tiplemesinin bizim ülkemizde bile geçerli olduğu günler hatırlardadır. ADL, işe, en küçük yerleşim birimlerine kadar inmeyi hedefleyen bürolar kurarak başlar. Broşür, sirküler vb. yayınlarla Yahudi tiplemesine dikkati çeker, tanınmış akademisyenleri, politikacıları, işadamlarını Yahudi aleyhtarlığını kınamaya ikna eder ki, bunlardan birisi de Amerikan otomotiv sanayiinde devrim yapan Henry Ford’dur. ‘30lu yıllarda, Almanya’da güçlenen Hitler’in Amerikalı sempatizanları ile mücadeleyle geçer. Burada kullandığı yöntem, ABD’deki faşist gruplar ve kişileri yakından izlemek ve faaliyetlerini açığa çıkarmaktır. ADL, bugün de aynı yöntemi izlemektedir.  

İkinci Dünya Savaşından sonra durum değişmiş, ADL’nin günümüzdeki direktörü Abraham H. Foxman’ın ifadesiyle, “hakaretamiz karikatürler yok denecek kadar azalmış, basmakalıp ırkçı tiplemelerin Amerikan kültürü üzerindeki egemenliği son bulmuş”tur. Foxman, bu gelişmeleri ve Amerikalıların Yahudi kökenlerini “saklamak zorunda kalmaktan kurtulmuş olmaları”nı büyük ölçüde ADL’nin gayretlerine bağlar. Ne ki, “…bağnazlık biçim değiştirmiş olarak sürmekte… /bu kez/ .. Karaderilere, Hispaniklere, Asyalı-Amerikalılara, eşcinsel erkeklere ve lezbiyenlere yönelmiş bulunmaktadır. Ve hernekadar sayı, ekonomik ve siyasi güç bağlamında zayıf iseler de, ‘nefret tüccarları’ duygusal acı, fiziki zarar verebilmekte, mülke hatta cana kastedebilmekte /dahası/ karşılıklı saygı ve insanlara eşit muameleyı şiar edinmiş Amerika’nın toplumsal dokusuna büyük zarar vermektedirler.” Durumdan vazife çıkardığı anlaşılan ADL, 1948’den itibaren bir yandan akraba teşkilatlarıyla koordinasyon içinde İsrail’in yaşama hakkını savunmayı, Siyonizm karşıtlarıyla mücadele etmeyi sürdürür, Braun Soykırım Enstitüsünü (The Braun Holocaust Institute) kurarken, diğer taraftan da “İnsan Hakları Bölümü”nü teşkilatlandırır.
Braun Soykırım Enstitüsü, “eğitimcilere, öğrencilere, kamu önderlerine ve ailelere ‘Soykırım’ın tükenmeyen darbesini keşfetmek ve /Soykırım/dan çıkardıkları dersleri günümüzde önyargı ve bağnazlığına ilişkin ahlâki tavır geliştirmekte kullanmaları için” programlar düzenlemekte, “Soykırım ve insanoğlunun kendisine yaptığı zulmün ebediyyen unutulmaması için çalışmaktadır.” 


“İnsan Hakları Bölümü” zamanla ADL’nin en etkin bölümünü oluşturur. Aslî görevi, Araştırma Departmanı kanalıyla sadece Amerika’da değil, tüm dünyadaki Yahudi-karşılığını ve bağnazlığını saptamak ve afişe etmektir ki, bu, “anti-Semitik, terörist ve aşırı edebiyatın toplanması ve çözümlenmesi” kadar uzanan bir faaliyettir. Yılda bir kez yayınladıkları “Yahudi-karşıtı Olayların Denetimi”(3) adlı raporun “anti-Semitik eğilimlerin güvenilir bir ölçümü” olarak yararından bahsedilir. Burada çalışan “araştırmacı-gazeteciler,” meselâ, geçen yıl 33 ülkede neo-Nazi dazlakların karıştıkları olayları rapor etmişler-miş. (–miş diyorsam, Yahudi ya da değil, Amerikalıların yaptıkları işin mükemmeliyetini kendilerini de kandıracak ölçülerde abartma gibi ölümcül olabilecek bir eğilimleri olduğundan kuşkulandığım için diyorum. Mesela, CSI, yani “suç mahalli araştırmaları”nı konu edinen TV dizilerde bir güvenlik memuru, bir deha olup, ‘Mission Impossible’ türünden ‘Amerikan çıkarlarına’ zarar verenlere gözdağı veren teknoloji-kurgu seyirliklerle birleştiğinde, neredeyse tanrısal bir güç görüntüsü verir) ADL Araştırma Departmanı, 1990’larda “anti-Semitizm ve aşırı-sağcılığa işaret eden oluşumları saptayabilmek için” İnterneti de izlemeye almış. 2000’de yayınladıkları “Cyber-space’de Aşırılıkla Savaş” adlı raporda “nefret grupları”nın “interneti kullanıyor olmalarının yarattığı yasal meselelere” ışık tutmuşlar. Bir yıl sonra, 2001’de patlayan 11 Eylül hadisesi, dikkatleri ADL’de ne denli yararlı bir iş yaptığına çekince, örgütün Amerikan hükümetinin federal fonlarından yararlandırılması uygun görünen sivil toplum örgütleri (‘none-none government organizations’ denilerden) arasında yer alması gündeme gelmiş. 

ADL’nin İnsan Hakları Bölümünün bir diğer departmanı, avukatlardan oluşan “Hukuk İşleri.” “Nefret Suçları”(4) kavramını geliştiren, 1993 yılında Amerikan Yüce Mahkemesi(5) tarafından “anayasal” olarak tanımlanmasını sağlayanlar, ADL Hukuk İşleri çalışanları. 
1985’de yasallaşan “Nefret Suçları” kavramı, sanığın sübjektif duygularının/düşüncelerinin işlediği suçu arttırıcı unsurlar olarak kabul edilmesini ve ayrıca cezalandırılmasını öngörüyor. Örneğin, ADL’nin kuruluş nedeni olduğu söylenen hadisede, Frank’ı linç edenlerin, sadece “linç” suçu işledikleri için değil, “Yahudilerden nefret ettikleri” için de cezalandırılmaları gerektiğini savunuyor. ADL hukukçularınn böylesine tartışmalı bir kavramı yasalaştırma gerekçeleri de şöyle: “Nefret suçları, aslında ‘mesaj’ suçlarıdır. Saldırganın aslında yaptığı belirli bir gruba ‘istenmedikleri’ mesajını göndermektir. Bu bakımdan diğer suçlardan ayrılırlar.” ADL’nin önerisi Başkan Clinton ve Başkan Bush tarafından kabul görürken, Başkan Yardımcısı Gore, “Nefret suçu işleyeceklere açık ve güçlü bir mesaj göndermeliyiz,” diyor, “Nefret yanlıştır, yasadışıdır; nefret suçu işlerseniz sizi yakalar, yasalarımızın izin verdiği azami ölçülerde cezalandırırız.” Gelin, Al Gore’un bu cümlelerini bir de şöyle okuyalım: “İsrail devletinden nefret etmek yanlıştır, yasadışıdır; İsrail’den nefret ederseniz, vs. vs….” Amerikan Kongresinin nefret-kaynaklı suçları kavramını onaylaması ve “Nefret Yasaları”nı çıkarmaya koyulması, Karalamaya Karşı Birlik’in “Yahudi halkına yöneltilen iftiralara… son vermek” şeklindeki misyonunun “akla ve vicdana” başvurmak kısmının başarıyla tamamlandığını, sıranın “yasal” yaptırımla geldiğini söyler. Ne ki, yürürlükteki ABD yasaları ADL’yi kesmemekte, “nefret”in de cezalandırılmasına gerek duymaktadır. Düşünce özgürlüğü” gibi en temel bir insan hakkını ihlâl eden, “düşünce suçu” gibi Engizisyonlardan bu yana görülmemiş ilkel ve keyfi bir uygulamayı hortlatan Nefret Yasaları, İkinci Yüzyılına girmekle övünen ADL’nin, bu yeni döneminde kadim düşmanı Nazilere parmak ısırtacak kadar keyfi olan yeni bir dünya tasavvurunu gerçekleştirmekte sakınca görmeyeceğinin işaretidir.  
‘80li yıllardan itibaren ırk, din, etnik kökenden kaynaklanan önyargıların cezalandırılmasını öngören Nefret Yasalarının ‘90lı yılların sonlarına doğru, cinsel tercihleri de kapsayacak şekilde genişletilmiş olması, “Amerikan Ulusal Gay ve Lezbiyan Görev Gücü” ile ADL ittifakını güçlendirirken, Asyalı göçmenlere uzatılan koruyucu şemsiye, “Ulusal Asya Pasifik Amerikan Hukuk Konsorsiyumu,” “Asya Pasifik Amerikalılarına Karşı Saldırıları Denetleme” derneği gibi sivil toplum örgütlerinin de ADL’yi desteklemelerini sağlar. Daha da önemlisi, ABD’de mağduriyette Yahudilerle yarışan Ermeni diasporasının kervana katılmasını sağlar. Beklenilebileceği gibi, ülkenin önyargı ve bağnazlıktan en muzdarip kesimi olan Amerikalı Müslümanların payına bütüyle dışlanmak düşer.  

Amerika’nın en büyük Müslüman İnsan Hakları grubu olarak bilinen CAIR,(6) ADL’yi “yükselen İslamofobiyi ‘karalamalar ve dışlayıcı taktikler’ kullanarak sömürmek suretiyle Amerikan Müslümanların haklarını almalarını engellemek”le suçlamaktadır.(7) Ermeni meselesinde olağan üstü bir kıvraklıkla söylem değiştiren Abraham Foxman’ın “etiğini” açık eden(8) bir diğer olay, Holy Land Foundation, Kutsal Topraklar Vakfı isimli bir Müslüman kuruluşa ilişkin demecidir: “Bu gruplar, radikal örgüt ve insanlarla olan karanlık ilişkileri ve İsrailleri hedef alan terorist gruplar söz konusu olduğunda kullandıkları birtakım dayanışmacı ifadelerle kendi kendilerini lekelemişlerdir.” Foxman’ın demecinin hiç bir mesnedi olmadığını söyleyen CAIR, ADL direktörünün tutumunu “50 yıl önceki ‘komunist’ suçlamalarına benzetiyor: “Abe Foxman’ın basın bildirisi, bir insan hakları örgütünden çıkan bir bildiriden çok, bulvar gazetesi asparagasına benziyor. Yazık, çünkü ADL’nin sahici nefret grupları için söyledikleriyle bu tür cazgır propaganda birbirine karışıyor.”  

Neticeyi kelâm, ADL’in Türkiye ile doğrudan bir meselesi yoktur. Örgütün iki temel varlık nedeninden birisinin (diğeri, Yahudi milletinin imajını düzeltmek) İsrail’in yaşayakalmasını sağlamak olduğu düşünüldüğünde, Türkiye’nin İsrail’le olan ilişkileri kabul edilebilir düzeyde olduğu sürece Amerikan Yahudi örgütlerinin ülkemizi doğrudan hedef almaktan imtina etmeleri veya imtina etmeye ikna edilmeleri beklenebilir. Bu, meselenin hükümetler düzeyinde ele alınabilecek, ülkenin dışpolitikası çerçevesinde, açık ya da gizli pazarlıklarla yürütülebilecek kısmıdır. Ancak, bu yüzeysel yazının dahi uyarmış olması gerektiği gibi, Dışişleri Bakanlığı yetmez. Yetmez, çünkü günümüz dünyasında, hele de ABD’de, yaptırım gücü muhakkak olan merkezi hükümet yoktur. Hal böyle olunca, ne kadar yetkin olurlarsa olsunlar, Dışişleri Bakanımız, hatta Başbakanımız, resmi kanalları kullanarak ancak biryere kadar, o da Türk-İsrail ilişkileri makul bir seviyede seyrettiği sürece, etkili olabileceklerdir. ABD’nin nihai tutumu eninde sonunda irili ufaklı binlerce lobi, baskı, çıkar ya savunma grubunun mutabakatını yansıtmak durumundadır. ADL gibi esası itibariyle sivil bir kuruluşun kıtasahanlığını oluşturan birimlerin çeşitliliği düşünüldüğünde, Türkiye’nin savunma stratejisini birebir markaj üzerine bina etmesi kaçınılmaz olmaktadır. 

Birebir markajdan kastım, ADL’nin parçası olduğu ağı oluşturan siyasi, iktisadi, hukuki, akademik vb. birimlerin, Türkiye’deki karşılıkları tarafından teketek markaja alınmasıdır ki, bunun yapılabilmesi için herşeyden önce kamuoyunun harekete geçmesi gerekir. Oysa, Ermeni iftirası konusundaki Türkiye deneyimimizin sefaleti ortadadır. Makul olanın bir Boğaziçi’nin, meselâ, Harvard’ı marke ederken, Sabancı’nın meselâ, Cornell’i marke etmesi; Barolar Birliğinin, mesela, ADL İnsan Hakları Bölümünüyle ilişki kurması; Gazeteciler Cemiyetinin, Amerikan Yayıncılar Birliği, MESAM’ın Amerikan Sinema Aktörleri Loncası ile, Amerikan Film Enstitüsü ile ilişki kurması olduğunu savunuyorum. Ve nihayet sesi sedası çıkmayan Basın Yayın Genel Müdürlüğünün, en az bir zamanların Amerikan USIS’i(9) kadar etkin olması gerektiğini savunuyorum. Bu noktada, Amerikan Kongresinin vereceği karar bu kadar önemli midir gibisinden bir soruyla, toptun taca atılabileceğini hissediyorum. Evet, önemlidir, çünkü günümüzdeki Müslüman Türk imajının 1913’de ADL’yi harekete geçiren o kötü imajdan eksiği yok, fazlası vardır. Ve bu imaj iyileştirilemezse, bugünün Ermeni diasporası, yarın mesela Pontus diasporası olabilecektir.  

Yine de harekete geçemeyeceksek, bari Ermeniler gibi biz de ADL’ye sığınalım, ne dersiniz? Karalamaya Karşı Birlik’in avukatları bizi de Nefret Yasalarının korumasına alsınlar! 


(1)The Independent Order of B’nai B’rith, bkz.dünkü yazı

(2) “Audit of Anti-Semitic Incidents”

(3) “Combating Extremism in Cyber-space”

(4) “Hate Crimes” 

(5) U.S. Supreme Court

(6) Council on American-Islamic Relations

(7) bkz. CAIR resmi web sitesi 23 Ağustos 2007

(8) bkz. dünkü yazı

(9) United States Information Service