AMERİKA'YA KİM HÜKMEDİYOR?

Hernekadar Bush’u bile aratacak kadar feraset yoksunu, kifayetsiz muhteris bir politikacı da olsa, Amerikan Temsilciler Meclisi sözcülüğüne yükselebilmiş olan Nancy Pelosi’nin, Taha Akyol’un ifadesiyle, “…Ermeni milliyetçiliğinin …insani ve dini duyguları kin ve intikamcılığa alet etmek, tehdit etmek, satın almak gibi ‘ahlaksız oyun’un en çirkin örneklerine” alet olmasını anlamak, zor. Amerikan Temsilciler Meclisi’nin her oturumun dua ile açılması geleneğini, fanatik bir Türkiye düşmanı olan Ermeni Patriği II. Karakin’in ‘soykırım’ tasarısının kabulü yakarısına tahsis etmek adiliğine tevessül edilmesine tanık olmak, utanç verici. Hanımağanın yalaka sözcüsü Arap Nedim Elşami’nin milletin gözünün içine baka baka olayın “tesadüften ibaret” olduğunu söyleyebilmiş olması, mide bulandırıcı. Bünyesinde Türk devletinin de mali katkısı olduğu söylenen bir Türk Araştırmaları Enstitüsünün varlığına, zor kazanılmış binlerce dolarımızı okusunlar diye döktüğümüz düzinelerce Türk öğrencisine rağmen, Türkiye Ermenileri Patriği II. Mesrob’u “”lojistik sıkıntılar” ileri sürerek konuşturmayan şanlı Georgetown Üniversitesi yönetiminin tutumu, evrensel akademik değerlerin affedilmez ihlâli. Türk Yahudi Cemaati’nin Ermeni soykırımı iddiasına karşı verdiği ilanı (10 Ekim) parasını aldığı halde yayımlamamış, nedeni sorulduğunda “teknik arıza” yalanına sığınmaktan hicap etmemiş Washington Post gazetesi, basın özgürlüğünün ve namusunun Amerika’da bir balondan ibaret olup, bundan böyle “Allah bir” yazsalar, bin kez sınamadan inanılmaması gerektiğinin kanıtı.  
Ve biz Başbakanımızı bütün bu çirkefin kalbine yolcu edeceğiz, öyle mi? Neden? Bush’la konuşsun da, Amerikan yönetimini kendisini içine soktuğu bu aşağılık durumdan kurtarsın diye mi? Bu konuda en ufak bir umudumuz varsa, Amerika’da hükümet politikalarının, Amerikan hükümetinin dışında şekillendiğini idrak etmek zamanımız gelmiş de geçiyor demektir. 

Amerika’ya hükmeden, seçimle gelen Amerikan hükümetleri değildir. Peki, kimdir? Sorunun cevabını ilk baskısını 1967’de yaptığı zaman kıyametler kopan “Who rules America?” (Amerika’ya kim hükmediyor) isimli ünlü dokümenter kitaplar serisinin yazarı sosyolog G. William Domhoff’a bırakalım: “Kısa cevap: 1776’dan bu yana, para kimlerdeyse /Amerika’ya/ onlar hükmederler. George Washington zamanının en büyük toprak sahiplerinden birisiydi, 19. yüzyıl başkanları demiryolları yatırımcılarının adamları; George Bush’un serveti petrol ve finansman kaynaklı. Daha açık bir deyişle, /Amerika’da/ siyasi muharebe alanlarının kurallarını koyanlar, şirketler, gayrimenkul ve tarım işletmeleri gibi gelir üreten mülklerin sahipleridirler… Amerika’da para hükümrandır, çünkü burada Avrupa’da olduğu gibi büyük kiliseler gelişmemiş, ulus-devlet ve onun olmazsa olmazı güçlü hükümet geleneği yerleşmemiş, yönetimi ele geçirmekle tehdit edebilecek büyüklükte (hiç değilse 1940’a kadar) bir ordu oluşmamıştır. Böylece, ABD tarihinde ele gelir tek güç, işçi istihdam eden iş-sahipleri olup, bunlara ilaveten az sayıda serbest-meslek sahipleriyle, doktor, avukat vb. profesyonellerdir.” İşçi sınıfının esamesi okunmaz, çünkü “ülkenin kuruluşundan itibaren, özgür-köle, siyah-beyaz, daha sonra yerli-göçmen ya da örneğin İrlandalı-Meksikalı gibi etnik kökenlerine göre ayrıştırılmak suretiyle, siyasi güce kavuşması engellenmiştir.” Ancak, paranın hükümranlığı toptan kontrol şeklinde değil, “hangi sınıf ya da zümrenin nasıl işlev göreceğine ilişkin kuralları belirlemek şeklindedir. Benzer kaygıları olanlar ve yasal süreçleri bilenler, zamanlamada hata yapmazlarsa, etkin propaganda yöntemiyle hükümetleri diledikleri kararları almaya sevkedebilirler… Halk oylamaları, hükümetin çoğunluğun arzularını yerine getirmesini garantilemez.” Seçmenler, “hükümeti etkileyecek zengin seçkinleri saptamak, onları etkilemek” durumundadırlar. 

Amerikalılar hernekadar ‘sınıf,’ ‘egemen sınıf,’ ya da ‘seçkinler’ gibi tanımlara tepki gösterirlerse de, sosyal ve ekonomik ayrıcalıklar bir vakıadır… /Dahası/ seçilmişler, tıpkı ‘işçi sendikaları’ ya da ‘tüketici dernekleri’ vb. ‘çıkar grupları’ndan birisi gibi hareket ederler.” 150 yılı aşkın bir süredir “ABD’de servet üreten ve idame ettiren şirketler, Amerikan üst-sınıfının kontrolu altındadır. Üst-sınıf üyeleri, sivil toplum örgütleri ağı kanalıyla, henüz kendi sınıflarına yükselmemiş olan şirket yöneticilerini ABD’deki politika tartışmalarını yönlendirmek üzere istihdam eder, Washington’daki federal hükümeti şirketlerinde ya da sivil toplum kurumlarında istihdam ettikleri çalışanları aracılığıyla baskı altında tutarlar. Buna karşın, zenginler ve şirket yöneticileri, iktidarlara paydaş olduklarını başarıyla saklayabilmektedirler.” Nicelik olarak bakıldığında, Amerikan “üst-sınıfı, nüfusun %0.5 ile %1’i oluştururken, özel toplam servetin %35-40’ına, yıllık toplam gelirin %12-15’ine sahiptir. Fevkalâde ayrıcalıklı banliyölerde, dış ülkelerde sahip oldukları malikânelerinde yaşarlar. Çocukları, ana-arter Amerikan eğitim sisteminin hemen tümüyle dışında, ‘üst-sınıf dünya görüşü’ veren özel okullarda eğitilir, ‘özel’ ve ‘üstün’ olduklarını öğrenirken, herkesten daha iyi ‘liderlik’ ve ‘yöneticilik’ yapabilecekleri inancı ile yoğrulurlar.” 

Büyük şirketlerin murahhas azaları (CEO’ları) çoğunlukla üst-sınıf mensupları olmamakla beraber, onlarla birlikte ve bir bütün olarak hareket ederler. “Araştırmalar, benzer okullarda eğitim gören ‘CEO’ların %15-20 kadarının birden fazla yönetim kurulunda hizmet verdiğini, ‘iç-çevre’ denilen bu grubun Amerikanın en büyük şirketlerinin %80-90 kadarını kontrol ettiklerini göstermektedir.” 

Amerikan üst-sınıfı ve üst-düzey yöneticilerden oluşan “şirketsel cemaat”ı, geniş tabanlı sivil toplum örgütleriyle tamamlanır. Bu örgütler, hükümet politikalarını çerçeveleyen, kamuoyunu şekillendiren kuruluşlardır. Demokrat ya da Cumhuriyetçi partilerle organik bağları olmadığından “tarafsız” oldukları düşünülür, ancak “üst-sınıfların sahici ‘siyasi partileri’ bu sivil toplum örgütleridir, çünkü toplumda istikrarı ve hükümete biat eğilmesini sağlayanlar onlardır.” Üst-sınıf tarafından kaynaklanır, şirketlerin yönetim kurulları tarafından denetlenir, personel atamaları şirket yöneticileri tarafından yapılır ve atananlar çoğunlukla “iç-çevre” şirket yöneticilerinden oluşur. Yani, Ermeni Ulusal Komitesi, ADL gibi sivil toplum örgütleri “şirketsel cemaat”ın parçalarıdırlar.  

“Sivil toplum sektörü, toplumun çerçevesini şu ya da bu biçimde saptarken, siyasi iklimi de belirler. Kültür ve sanat kurumları, Harvard, Yale, Princeton, Columbia, MIT, Johns Hopkins, University of Chicago, Stanford gibi ‘seçkin’ üniversiteler bu sektörde yer alır, neyin öğretileceğine, öğrenileceğine, araştırılacağına sivil toplum örgütleri karar verdiklerinden, (yani, YÖK’ün Amerikan verziyonu olduklarından) hedeflerine uygun alanları parlatmak, diğerlerini söndürmek imkânına sahiptirler ve Amerika’nın uzman ve profesyonellerinin çoğunu bunlar yetiştirirler. Üst sınıfın beslediği vergiden muaf vakıflar, seçkin üniversitelerin akademisyenlerini istihdam eden think-tank’lar, politika-kuruluşları da bu sektöre dahildir ve Amerikan hükümetleri üzerinde en dolaysız ve önemli etkiyi bunlar yaparlar. Bunların fikir, eleştiri ve politika önerileri, kamuoyuna medya ve… Washington Post, New York Times, Wall Street Journal gazetelerinde yayınlanan, haber, röportaj ve ‘özet raporlar’la araçlarıyla ulaştırılır.” Ermeni Ulusal Komitesinin, “Soykırım belgeselleri”ni ilkokullar da dahil olmak üzere iki kişinin biraraya geldiği her yerde gösterebilmiş olmasının nedeni bu uygulamadır.  

“Seçkin Güç” (power elite) kavramı, üst-sınıf liderliğini tanımlamak için kullanılır; fiilen çalışanları kapsar. Seçkin Güç, federal hükümete, Beyaz Saray, Kongre ve yürütme birimleri tarikiyle nüfuz eder. Politika-üretme süreçlerinde, lobiler aracılığıyla; aday seçimlerinde, seçim kampanyalarını kaynaklamayı üstlenmek süretiyle yönlendirici olurlar. Sponsorların ve Nancy Pelosi gibi başarılı bağış toplayıcıların, politikacıların kariyerlerdeki rolleri ve dolayısıyla etkileri belirleyicidir.  
“Amerikan sistemi, Seçkin Güç’ün temsilcilerinin meclis komisyonlarında yeralmalarına ayrıca izin verdiğinden, gerek şirket gerekse STÖ çalışanları, hükümetin ‘ödeneksiz geçici bakanları’ olarak hareket eder; hatta ABD başkanına doğrudan bağlı fevkalâde önemli komisyonlarda görev alırlar. Ayrıca, Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin her ikisinin de çok sayıda üst-sınıf mensubunu ve şirket yöneticisini, önemli bakanlıklara atadıkları bir vakıadır. Görevi sona erenlerin eski şirketlerine ya da vakıflarına dönebiliyor olmaları, üst-sınıf ile hükümet arasındaki ilişkileri devamlı kılar.  

“ABD’nin fiilen iki partiyle sınırlanmış olan sistemi, Cumhuriyetçi ve Demokratların ideolojik ayrılıkları üzerinde kavga etmektense, özel-çıkarlarında ve bunlara uygun politika üretmekte yoğunlaşmaları ile sonuçlanmıştır.” Temsilcileri “motive eden siyasi inançları değil, kişisel hırslarıdır.” Buna karşın, her iki partide de Seçkin Güç’e içerleyenler vardır. Bunlardan Cumhuriyetçi saflarında yer alanlar, aşırı muhafazakâr olup, hemfikir olmadıkları politikaları “gizli komünistler”in ya da “sivri akıllı entelektüeller”in, “serbest girişim”i yoketmek üzere çevirdikleri manevralar olarak niteleyip yakınırlarken, üniversitelerin ve vasıflı işçilerin yerleşik oldukları bölgelerden seçilen ve “sol liberal – işçi” dayanışmasını temsil eden Demokratlarla birlikte hareket ettikleri görülür. Buna karşın, her iki partide de “ılımlılar” çoğunluktadır. 

Her ikisi de Seçkin-güç tarafından kaynaklanmakla birlikte, Demokratlarla Cumhuriyetçiler arasında sınıfsal farklılardan söz etmek mümkündür. Şöyle ki, Cumhuriyetçiler, üst-sınıfın ve şirketsel cemaatın en zengin ve çoğunlukla Protestan ailelerinin kontrolu altındadır. Demokrat parti ise üst-sınıfın “uzantıları”nın partisi olarak bilinir. Zaman zaman “sıradan insanların partisi” diye anılmasına karşın, aslında Güneyli zenginlerin partisidir. Güneyli zenginlerin serveti, Kuzeyli zenginlerin servetiyle yarışamaz, buna karşın Karaderili Amerikalıların 1960’ların ortasına kadar seçim-sandıklarından uzak tutulmuş olmaları, Güneyli toprak sahiplerine Kongre’de nitelik ve niceliklerine orantılı olmayan güç sağlamıştır. Dahası, Kuzeyin zengin, beyaz Protestan üst-sınıfı tarafından aşağılanan Yahudi ve Katolik zenginler (Kennedy’ler gibi) Demokratlara katılmak durumunda kalmışlardır. Bu insanların servetleri de üst-sınıfa katılmalarına elvermeyecek kadar küçüktür. 1975’e kadar, işçi sendikalarının da desteklediği Demokratların Güneyli zengin kanadının Kuzeyli muhafazakârlarla işbirliği yapmasından sonra birliktelikleri bozulmuş, yerini blok halinde oy veren “muhafazakar ittifakı” almıştır ki, bu, Güneyli muhafazakâr Demokratların Kuzeyli Cumhuriyetçilerle birleşip, Kuzeyli Demokratlara karşı koydukları bir garip durumdur. 

Gelelim, bize. Hak, hukuk, hakikat, feraset gibi değerlerin hemen her zaman zümre çıkarlarına yenik düştüğü bu karmaşık tablonun, Amerika’nın nicelik itibariyle en marjinal etnik gruplarından olan Ermenilerin “ahlaksız oyun”larını sürdürebilmeleri için fevkalâde münbit bir zemin teşkil ettiği ortadadır. Aynı tablonun, Başbakanımızın Amerikan siyasileri arasında sarsılmaz olduğu kadar da muktedir bir müttefik bulması olasılığını fevkalade azalttığı da ortadadır. Durumun Demokratların seçilmeleri halinde de değişebileceğini ummak aşırı iyimserlik olacaktır; kaldı ki, seçimle de gelseler, Amerika’ya hükmedenler siyasiler değildir. Tabloyu değiştirmeyi içtenlikle(!) isteseler bile, ne Başkan Bush’un, ne Condoleeza Rice’ın, ne de Genelkurmay Başkanlarının gücü bir NAC’a, ADL’ye yetebilecektir.  

Bu çerçevede, Nancy Pelosi’nin seçim bölgesi San Francisco Körfez Bölgesi Ermeni Ulusal Komitesi şubesinde konuşan Amerika’nın eski Ermenistan Sefiri Evans’ın diasporayı “Atalarınıza yapılanların tanınması için günlerinizden saatler, yaşamınızdan yıllar feda eden sizleri hayranlıkla selâmlıyorum…’gerçek’in ‘güç’e galip gelmesi için misli görülmemiş bir kararlılık ve adanmışlıkla… otuz yılı aşkın bir süredir çalışan… küçük fakat kararlı ve eğitimli bir topluluğun sonuç alabileceğini tekrar ve tekrar kanıtladı/nız/” diyerek övgülere gark etmesinden alınacak ders vardır. Öte yandan, kötüyü Allah’a havale edip unutmak gibi, bir tarafıyla da yaşamı, barışı ululayan üstün bir haslete sahip Türklerin, kin, intikam duyguları itiminde böylesine titizlikle örgütlenmeleri ve şedid davalarını yıllar yılı sürdürmeleri mümkün değildir. Bu bağlamda, Koçaryan’ın “siz Türklere bakmayın, bir kaç gün söylenir susarlar” mealindeki sözlerindeki hakikat payı az değildir. Ne ki, adamın bu tesbiti aynı zamanda Türklerin neden “soykırım” gibi bir alçaklıktan suçlu olmadığının da itirafıdır. Nitekim, “soykırım” gibi, gözü dönmüş nefret, kin, adanmışlık, örgütlenme, lojistik, süreklilik, isteyen bir projeye tarihimizin hiç bir döneminde kalkınmamış olmamızın nedeni de budur. 

Peki, ne olacak? Başbakanımız, hakkında hemen hiçbir şey, hatta yerini bile doğru dürüst bilmedikleri, ancak, Orta Çağ karanlığı, şiddet ve “terör” çağrıştıran, “ilerici” gazeteci ve yazarlarını hapislerde çürüten, “demokrasi”si kendi standarlarında şaibeli, “az gelişmiş” olduğuna bakmadan “Seçkin Güc’ün çıkarlarına taş koymaya kalkışan bir ülkenin yöneticisi olarak, orada nefes tüketmeye değer kimleri bulabilecek?  
Dahası, fert başına düşen milli geliri onbin doların altında olan bir ülkenin Başbakanı olarak, paradan başka hükümdar tanımayan evsahipleriyle nasıl halleşecek? Haddim olmadığının içtenlikle bilincinde olarak, “seçkin” Yale profesörü Paul Kennedy’nin ne de olsa kendi adamları olduğunu hatırlatmak isterim. Ustanın “Uluslararası sistemde ekonomik ve askeri güç görecelidir. Durdurak bilmeyen amansız bir değişim tüm toplumlar için geçerli olduğundan, uluslararası dengeler hiçbir zaman oturmayacak, her an değişebileceklerdir” saptamasına itibar etmeleri beklenir. Kaldı ki, hernekadar 2006 itibariyle 393,9 milyar dolar olan gayrisafi milli gelirimiz, tek bir ExxonMobil petrol şirketinin 410,6 milyar dolarlık pazar değerinin altındaysa da; başta Bill Gates, “üst-sınıf” mensubu on Amerikalının toplam servetlerini ancak buluyorsa da, milli gelirlerin uluslararası derecelendirmedeki göreceli yerlerinin, en az miktarları kadar işlevsel olduğu da bir vakıadır. Türkiye’nin en zengin altmış ülke sıralamasındaki(1) yeri 20.sıradır; mesele paraysa, ülkemizin Avusturya, İndonezya, Polonya, Norveç, Suudi Arabistan, Danimarka, Güney Afrika, Yunanistan, Finlandiya, İran, Arjantin, Hong Kong, Tayland, İrlanda, Portekiz, Venezuela, Malezya, İsrail, Çek Cumhuriyeti, Singapur, Kolombiya, Birleşik Arap Emirlikleri, Pakistan, Filipinler, Şili, Yeni Zelanda, Macaristan, Romanya, Mısır, Cezayir, Nijerya, Ukrayna, Kuveyt, Peru, Bangladeş, Vietnam, Kazakistan, Fas ve Slovakya Cumhuriyetinden daha “zengin” olduğunu unutturmamak gerekir – garip Ermenistan’ın 5,9 milyar dolarla 132. sırada olmasıyla ilgilenmedikleri zaten biliyoruz.  
Yine de, “cehl ile söyleşmemesi”ni, “korkunun herşeye rağmen saygın bir duygu” olduğu şeklindeki darbımeselimizi yanından ayırmamasını dilerim. Allah yardımcısı olsun.

(1) World Development Indicators database, World Bank, 1 July 2007