ASLINDA HER ŞEY OLMASI GEREKTİĞİ GİBİ (I)

Belirsiz, bulanık, ortada ve kaotik (

Aslında, her şey, her zaman olduğu ve olması gerektiği gibi: belirsiz, bulanık, ortada ve kaotik. Türkiye’ye dair olup da, yüzde yüz doğru ya da yüzde yüz yanlış olduğu kanıtlanmış tek bir olgu yok. Ne kadar ince elenip sık dokunursa dokunsun, temel alınan hiçbir veri, uzun vadeli tahminleri – buna “felâket senaryoları” da dahil – doğru çıkaracak kadar sağlam değil, ve olmayacak. Çünkü, ne kâinat, ne dünya, ne de Türkiye belli kurallara göre işleyen, her olayın bir takım sebeplerin kaçınılmaz sonucu olarak tezahür ettiği, başı sonu belli olan “deterministik” sistemler.

“Kâinatta belirsiz olan, bulanık olan, ortada olan hiçbir şey yoktur” diyen Newton. Sir Isaac Newton’un 1687 basımı Principia‘sına göre, kesin bir sistem olan kâinatı/dünyayı oluşturan parçacıklar, belirli fizik kurallarına göre hareket ederler. Parçacıkların birbirleriyle olan ilişkileri, “nedensellik” çerçevesinde gelişir. Biz insanlar, nedensellik kurallarının neler olduğunu keşfedersek, kâinatın nasıl işlediğini kesin olarak öğrenebiliriz. Ve insanlığı, kâinatın nasıl işlediğini öğrenmekten alakoyacak hiçbir şey yoktur.

Isaac Newton, ilk “Aydınlanma Çağı”na damgasını vurmuş olan büyük fizikçi. Aydınlanma Çağı Aristo’yu kaynak edinen Kopernik, Kepler, Galile ve Newton’la devam eden bir dizi buluş ya da keşif sonucunda, semavi dinlerin dünya ve kâinat açıklamalarını reddeden, yeni açıklamalar getiren sürecin adı. Aydınlanma Çağı öncesi kâinat ve dünyaya dair “doğrular” ya vahiy ya da usavurum yoluyla “saptanırken,” Newton’dan sonra doğruların gözlem sonucu olarak belirlenmesi ilkesi kesin olarak benimseniyor, gözlem, ölçüm ve deney bilimsel düşüncenin olmazsa olmazları olarak yerleşiyor, dahası, parçaların gözlem, ölçüm ve deney sonucunda ortaya çıkacak birkaç sade, basit ve kesin kanunun “Bütün”e uygulanabileğine, bu sade ve basit kanunlar “Bütün”ü kesin olarak açıklayabileceklerine inanılıyor.

Birinci Aydınlanma Çağı’nın düşünce dünyası bir ya-ya da dünyası, çünkü, Birinci Aydınlanma Çağının ruhunu veren “Klasik Fizik”in dünyası, doğrusal mantığın kurallarının geçerli olduğu bir ya-ya da dünyası. Bilimde, bir şey, ya doğrudur, ya da yanlış. Ya siyahtır, ya da beyaz. “Hem doğru hem de yanlış” olamaz, çünkü “doğru” tektir. Örneğin, ışık. Klasik Fizikçiler, ışığın, ya cisimcik bölüklerinden ya da dalga serilerinden oluşması gerektiğini düşünürlerdi. Hem dalga serilerinden hem de cisimcik bölüklerinden oluşan ışık tanımlaması, “saçmalık”tan başka bir şey olamazdı.

Newton’un kainat ve dünyanın gözlemlenebilir, ölçümlenebilir ve çözümlenebilir verilerden oluştuğu, bu işlemlerin sonucunda ortaya çıkacak birkaç sade, basit ve kesin kanunun “Bütün”e uygulanabileceği, “Bütün’ü kesin olarak açıklayabileceği” şeklindeki dünya görüşü sadece fiziği değil, fiziğin dışındaki diğer tüm bilimleri de şekillendirdi. Modern dünyayı biçimlendiren sosyal bilimler, sanat, edebiyat, hatta müzik klasik fiziğin kuralları doğrultusunda gelişti. Örneğin, Newton’un atomlardan oluşan kâinat fikri, iktisatta Adam Smith’in çıkarlarını kovalayan bireysel girişimcilerden oluşan kapitalist/liberal anlayışının mesnedini teşkil eder. Münferit atomların birbirleriyle olan ilişkileri ekonomide bireylerin birbirleriyle olan ilişkilerini modeller. Gerek fizikte, gerekse ekonomide kullanılan araştırma yöntemi de aynı esasa dayanır: sistemi mümkün olan en küçük parçasına indirmek ve parçacıkların davranışına bakarak, bütünün geleceğine dair karar vermek, tahmin yürütmek.

Bir şey ya öyledir ya da öyle değildir; ya siyah ya beyazdır, belirsizlik, bulanıklık, gri yoktur anlayışını siyaset bilimine taşıdığında ise iki olgu ile karşılaşılır: toplum mühendisliği ve ideolojilerin keskinliği.

Toplum mühendisliği, otokratik ya da en azından Jakoben/ tepeden-inmeci yönetimlerle sonuçlanırken, ideolojiler keskinleşir. Çünkü “doğru” tektir. Newton’un siyah-beyaz dünyasında meselâ ya sağcı, ya da solcu olunur. Tıpkı bir fotonun aynı zamanda hem cisimcik hem de dalga olması düşüncesinin saçma olduğu inancı gibi, burada da hem solcu hem de sağcı olduğunu savunan birisi ciddiye alınamaz. Ya da, daha güncel bir örnek: hem laik, hem de Müslüman olunabileceği şeklindeki bir iddia ya kabul edilemez bir yozlaşma olarak nitelendirilir ya da marjinal bir tutum olarak kenara itilir.

Newton’un dünya görüşü, edebiyata da yansır. Meselâ, roman karakterleri de ya iyi ya kötü, ya kahraman ya da korkak olurlar. Hemen her zaman belirli bir hedefe hizmet etmeleri, iyilik ya da kötülükte tutarlı olmaları gerekir. Karakterleri bu kurala uymayan bir eserin roman olmadığı sonucuna varılır.

Meselâ, müzik. Müzikte notaların do-re-mi gibi kesin/matematiksel sesler şeklinde düzenlenmesi Birinci Aydınlanma Çağının sonuçlarındandır. Türk müziğinin ara tonları, Batı anlayışında yok sayılır. Zamanla beyeniden de düşer.

Özetle, Klasik Fizik’in “doğru tektir” aksiyomunun kabulü, hem o hem de bu, anlayışının reddidir. Gri alanlar, şahsiyetsizlik, yozluk, bozukluk anlamına geldiği için yok sayılırlar. Klasik Fizik’in bu “mekanize” dünya görüşünün sarsılmaya başlaması, 1920’lerde filizlenen parçacık ya da kuantum fiziğindeki ilerlemelerin sonucu. “Yeni Fizik” diye bilinen kuantum fiziği, bilim dünyasının “doğru” anlayışını altüst etmekle tehdit eder, çünkü siyah-beyazcı Newton Fizik’inin aksine, “Yeni Fizik”te “kesinlik” yoktur, “tek” doğru yoktur. “Hiçbir şey şey kesin değil, hiçbir şey imkânsız değil.” Yeni Fizik’in temel cümlesidir.

Albert Einstein’ın “matematik kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında kesin değildir” saptamasıyla dikkatleri çeken kuantum devrimi, ışığın hem dalga serileri hem de cisimcik bölüklerinden oluştuğunun tesbit edilmesiyle birlikte reddedilemez bir oluşum haline gelir. Dahası, ışığın dalga veya cisimcik niteliğini gözlemci ile adeta bir diyaloğa girerek belirttiğinin ortaya çıkması işleri daha da karıştırır.

Arşimed’in “Evraka! Evraka!” diye bağırdığı su ve tas deneyinin Kuantum Fizik’indeki karşılığı ışığın hem dalga serileri hem de cisimcik bölüklerinden oluştuğunu saptayan deney. Şöyle ki, herhangi bir ışık kaynağının, mesela bir ampülün, önüne dalga dedektörü koyulduğunda, ışığın dalga niteliğini açık ettiği, oysa cisimcik dedektörü kullanıldığında cisimcik niteliğini sergilediği saptanır. Bu deneyin telmihi, ışığın biz onu nasıl görmek istiyorsak, kendisini bize öyle gösterdiğidir!

Deneyin sonucu öylesine garipsenir ki, kuantum fizikcisi Erwin Schrödinger, ışığın bu hem dalga hem de cisimcik olma niteliğini vurgulamak için “Schrödinger’in Kedisi” diye anılan, kuantum deneyini tertipler. Schrödinger, bu deney ile ışığın tetikleyeceği bir tabancanın namlusunun karşısına yerleştirilen bir kutuya konan bir kedinin ölü ya da diri olmasının, ışığın dalga ya da cisimcik gibi hareket etmesine bağlı olduğunu göstermeyi amaçlar. Işık, cisimcik gibi hareket ederse kedi ölecek, dalga gibi hareket ederse yaşamaya devam edecektir. Işığın ne zaman nasıl hareket edeceği asla bilemeyeceğimiz şeylerden biri olduğu için, deney bizi kedinin ölümle/yaşamın üstüste bindiği, süperpoze, bir durumda olduğu şeklinde garip ve tekinsiz bir gerçeklikle karşı karşıya getirir. Böylece aynı anda ölü ve diri olmak gibi bildiğimiz hayatta imkansız olan bir keyfiyetin kuantum dünyasında bir gerçeklik olduğu vurgulanır. Anlaması zor, alışması, sindirmesi daha da zor bir gerçeklik!

Öyle ya da böyle, “Yeni Fizik,” önümüzdeki yüzyılın dünya görüşüne damgasını vuracak yeni anlayışlar getiriyor. Tıpkı Klasik Fizik’in “Birinci Aydınlanma Çağını” başlatıp, günümüze hakim olan “mekanize” dünya görüşünü şekillendirdiği gibi, “İkinci Aydınlanma Çağı”nın da insanın kendisine, kendi bedenine, topluma, Kâinatı oluşturan canlı cansız tüm varlıklara hatta “canlılık ve ölülük” durumlarına bakışını radikal bir biçimde değiştireceği öngörülüyor. Belirsizliğe, bulanıklığa alışacak, kaostan korkmamayı öğreneceğiz.

Hiçbir şey kesin değildir, ama herşey mümkündür (II)

“Kâinatta belirsiz olan, bulanık olan, ortada olan hiçbir şey yoktur. Kâinatı/dünyayı oluşturan parçacıklar, belirli fizik kurallarına göre hareket ederler. Birbirleriyle olan ilişkileri, ‘nedensellik’ çerçevesinde gelişir. Nedensellik kurallarının neler olduğunu keşfedersek bizi kâinatın/dünyanın nasıl işlediğini öğrenmekten alakoyacak hiçbir şey yoktur.”

Birinci Aydınlama Çağınının zihniyetini özetleyen bu inanç, 1920’lerden itibaren “Yeni Fizik” olarak da bilinen Kuantum Fiziğindeki ilerlemeler sonucu sarsılmaya başlıyor. Werner Heisenberg, “Nedensellik kurallarının neler olduğunu keşfedersek bizi kâinatın/dünyanın nasıl işlediğini öğrenmekten alakoyacak hiçbir şey yoktur” diyen Isaac Newton’un yanıldığını, kuantum mekaniğinde bazı şeylerin ilkesel olarak bilinemez olduğunu matematiksel olarak kanıtlıyor.

Klasik Fizik, doğrusal sistemleri çözüyor, ne ki, gerçek dünyada doğrusal sistem yok! Şunu şöyle etkilersek, bu sonucu alırız diye kesin bir şey söyleyemiyoruz, çünkü gerçek dünya doğrusal değil. Gerçek dünya kırçıl, gerçek dünya puslu, gerçek dünya saçaklı. Siyah-beyaz olan, tertipli, düzenli olan, bilim, dünya değil. Kırçıl bir dünyayı anlatmak için, içinde kırçıl kelime olmayan bir dili, bilimin dilini, kullanageldik; sorun da burada.

Soruna, “Uyumsuzluk Problemi” diyorlar ve ekliyorlar: Eski Yunan, Demokritus, kâinatı atomlara ve boşluğa indirgedi. Eflâtun, dünyayı doğrular ve üçgenlerle doldurdu. Aristo oturdu, siyah-beyaz mantığın kanunlarını yazdı. O gün bugün, matematikçiler ve bilim adamları, aslen puslu/kırçıl/saçaklı olan evreni tarif etmek için, siyah-beyaz kanunları kullanırlar. Aristo mantığının ikili (doğrusal) sisteminde gökyüzü ya mavidir, ya da mavi değildir. Hem mavidir hem de mavi değildir olmaz. Bir şey, ya doğrudur yada yanlış. Dijital bilgisayar, 0/1 ikili sisteminde çalışır. Bilim, siyah-beyaz düşüncenin zaferidir.

“Bilim” deyince akan sular durmaktadır ama aslında siyah-beyaz da yoktur. Karadır denilen her şeyi, saç, kumaş, gece, gökyüzü, kömür, ne bulursak toplayıp bakalım. Bakalım, birinin siyahı ötekininkini tutuyor mu?! Keza beyaz. Köpük, bulut, elmanın içi, kemik, diş, kar. Öyleyse, beyaz diye de bir şey yok, beyazımsı birşeyler var!

“Yeni Fizik”in önde gelen iki açılımından birisi “Kaos Paradigması,” diğeri “Fuzzy,” yani puslu veya saçaklı mantık. Kaos Teorisi, Birinci Aydınlanma Çağını başlatan Klasik Fizik’in açıklamaya muktedir olmadığı için gözardı etmeyi sürdürdüğü “türbülans”a/karmaşaya anlam kazandıran, “dinamik sistemler” denilen süreçlerin işleyişini açıklayan teori. Klasik Fizik’in, “şunu şöyle etkilersen bu sonucu alırsın” şeklindeki nedensellik ilişkilerinin işlemediği durumlar: hava hareketleri, deniz dalgaları, girdaplar, depremler, borsadaki iniş-çıkışlar, vb. vb. Bunlar, doğrusal sistemler olmadıkları için neden-sonuç ilişkileri kesin olarak saptanamayan oluşumlar.

Dinamik sistemlerin özellikleri, başlangıç noktalarında meydana gelen en ufak – moleküler – bir değişikliğin beklenmedik boyutlarda sonuçlar doğurabilmesi. “Kelebek Etkisi” diyorlar: şu anda Kabil’de kanat çırpan bir kelebeğin, bir süre sonra New York’ta fırtınaya sebep olabilmesi gibi meteorolojik bir durum ortaya çıkabiliyor.

İnsan toplumları da dinamik sistemler. Bu saptamanın telmihi önemli, çünkü Kaos Paradigması, toplum mühendisliği (örneğin, Yeni Dünya Düzeni) girişimcilerinin, kesin sonuçlar almayı beklememeleri gereğine işaret ediyor. Ne kadar iyi düzenlendiği, uygulandığı, denetlendiği sanılırsa sanılsın, herhangi bir toplumsal olay, bütün bir dünyayı sarsacak Kelebek Etkisi yaratabilecektir, çünkü. Bu bağlamda, “ateş olsa, cürmü kadar yer yakar” deyişi gerçekçi değildir.

Einstein’ın “matematik kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında kesin değildir” şeklinde özetlediği olgu – dünyada hiçbir oluşumun/hiçbir hadisenin kesin olarak gözlemlenemediği gibi, kesin olarak ölçümlenemediği olgusu – hep bilinir, ancak “küsurat” işlevsellik adına gözardı edilirdi. Küsuratın ihmal edilmemesi gereği, dinamik sistemlerde fırtınalar yaratabildiği kanıtlanınca ortaya çıktı.

Olgular, veriler, fuzzy/puslu’dur, ölçümler fuzzy/puslu’dur, hatta ölü ile diri arasındaki fark bile fuzzy/puslu’dur. Nesneler arası ilişkiler, Klasik Fizik’in öngördüğü şekilde tezahür etmeyebilir. Hatta, “hiçbir şey kesin değildir, ama herşey mümkündür.

Aristo mantığının siyah beyaz kesinliğini reddeden fuzzy ya da çokdeğişkenli mantık, hem-hem de şeklinde ifade edilen dünya gerçeğinin mantığı: A’nın hem A, hem de A olmadığı durumu tasvir ediyor. Dahası, muğlaklığın hesaba geldiğini isbat ediyor.  Fuzzy Revolution/Saçaklı Devrim diyorlar. Batı dünyasındaki öncüsü Lütfi Askerzade, Berkeley’deki Güney Kaliforniya Üniversitesi, Elektrik Mühendisliği Fakültesi dekanı. Kuantum filozofu Max Black’in hemşerisi. İkisi de Bakü’lü. ’80li yıllara kadar dünyanın önde gelen bilim merkezlerindendi, Bakü. Sovyetler Birliği ile beraber çöktü. Lütfi Bey, 1942’de Tahran Üniversitesi’den mezun. Aynı yıl, yüksek lisans için Massachusetts Institute of Technology’ye gidiyor. MIT, fen bilimlerinin mabedi sayılıyor. Güney Kaliforniya Üniversitesi dekanlığı da elektrik mühendisliği dalında gelinebilecek en yüksek mevki. Doktorası, Columbia’dan. Princeton Institute of Advanced Study denince akla Kurt Gödel, Albert Einstein, Stephen Kleene gibi isimler gelir. Lütfi Askerzade, Columbia’dan sonra yıllarca çalışacağı Princeton Institute of Advanced Study’ye gidiyor.

Lütfi Askerzade, ‘Fuzzy Logic’ kavramını ilk kez, 1962 yılında, ‘Devre Teorisinden Sistem Teorisine’ başlıklı makalesinde kullanıyor: “Bize radikal ölçülerde farklı bir matematik lazım. Bize saçaklı verileri tanımlayabilecek bir matematik lazım!” diyor ve ekliyor, “Aristo mantığı, davete gelirken, smokin, kolalı beyaz gömlek, siyah kravat, siyah rugan iskarpinler giyinen birine benzer. Saçaklı mantık ise, blucin, tişört, lastik ayakkabıyla gelene. Eskiden böyle bir kıyafet kabul edilemezdi. Ama artık işler eskisi gibi değil, işler değişti.” Askerzade’nin bu sözleri “İkinci Aydınlanma Çağı”nın gebe olduğu zihniyet değişikliğine işaret eden sözler. Buna karşın, ilk harekete geçenler Amerikalılar değil, Japonlar.

Saçaklı Mantık, 1990’ların başlarında Uzak Doğu’nun teknolojik ve kültürel amblemi olarak ortaya çıkıyor. Yüksek-teknoloji tüketim ürünleri imalatının bayraktarlığını Japonya yapıyor. Japon mühendisleri, bilgisayarlardan, elektrikli süpürgelere kadar yüzlerce ürün ve sistemin makina zekâ katsayısını (IQ) arttırmak için Saçaklı Mantıktan yararlanıyorlar. Hükümet, iki büyük araştırma laboratuarı kuruyor, çokdeğişkenli mantık üzerine konferanslar tertip ediyorlar. Japon televizyonu, “Saçaklı Mühendislik” belgesellerini en-iyi-saatte (prime-time) yayınlarken, Japon Parlamentosunda siyasiler, saçaklı mantığın anlamı tartışıyorlar. Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı, MİTİ, saçaklı ürünlerin 1990’da bir buçuk, 1991’de iki milyar dolar getirdiğini hesaplıyor. O yıllarda küresel bilgisayar pazarı, yaklaşık 200 milyar dolardı. Fuzzy Japonlar, daha o yıllarda pazarın yüzde birine hakimdiler. Ve yarış daha yeni başlıyor, denmesine karşın Körfez krizinde “fuzzy” füzelerin deneme mahiyetinde kullanıldıklarından söz ediliyor.

Özetle, Schrödinger’in kedisinde sembolleşen Yeni Fizik ve onun türevleri Kaos Pradigması ve Saçaklı Mantık’ın, insanlığı siyah-beyaz düşüncenin cenderesinden, kesin yargıların kabalığından, dayatmasından kurtaracağı söyleniyor. Dünyada yüzde yüz doğru olan hiçbir tanım veya ölçü olmadığının idrakı, düşünce biçimimizin radikal bir değişime uğrayacağının habercisi. İkinci Aydınlanma Çağı, Demokritus’un parçacıklarına karşına Buda’nın “bütüncül” dünya görüşünü yerleştiriyor.