AVRUPA KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR (XV)

“Akıl sağlığı” dediğimiz kavramı, hemen hepimiz, “birey” bağlamında düşünürüz. Yaygın kültürün de “hastalanabileceği” olgusu üzerinde hemen hiç durulmaz. Oysa, “toplumsal patoloji” diye de bir olgu var. Toplumlar da hastalanabiliyorlar.Sosyal psikologlar, toplumların hastalanmış olduklarını “doğal işlevlerini göremez” hale gelmeleri olarak tanımlıyorlar. Bir toplumun en doğal işlevi “hayatta kalmak.” Hayatta kalmak, ve tarihin derinliklerine gömülüp kalmamak. Aztekler, İyonyalılar, Hititliler, Finikeliler, adları unutulmuş, kabirleri dağılmış nice diğer kavimler gibi, bir efsaneye, bir masal kavme dönüşmemek. Diriliğini muhafaza etmek. Bir toplumun, bir ulusun olmazsa olmaz işlevi bu.

Hayatta kalabilmenin, diri kalabilmenin şartı, değişen dünyaya uyum sağlamak. Sadece kuraklık, erozyon vb. gibi değişen fiziki şartlara değil, değişen teknolojiye, inançlara, değer yargılarına, dünya görüşlerine de uyum sağlamak. Gelin görün ki, olayın kilitlendiği nokta da bu!

Sosyal psikologlar, değişen dünyaya uyum sağlayamadıklarını düşünen toplumların zaman içinde aşağılık kompleksine kapıldıklarını, hatta “kendilerine karşı bir nefret” geliştirdiklerini söylüyorlar.

Değişen dünya değerleri ile başedememiş, değişen dünyaya ayak uyduramamış, gerisinde kalmış olmak duygusunun “öz-nefret”i kışkırttığı gözlemleniyor. Kendilerini “gelişmiş” oldukları kabul edilen toplumlardan aşağı gören kavimler, öfkelerini kendilerine yöneltiyor, kendilerinden nefret eder oluyorlar.

“Öz-nefret”i en derinden yaşayanların ırkçılık kurbanları oldukları biliniyor. Örneğin, Güney Afrika yerlileri gibi uzun yıllar ırk ayrımı altında ezilen toplumlar, çareyi kendilerinden kaçmakta buluyorlar. Kendilerinden kaçmak, ezenlere benzemek, ezenlere katılmak için uğraş verir oluyorlar.

Bu uğraş, kıvırcık saçlarını düzleştirmeye kalkmaktan, cilt rengini beyazlaştırmaya, giyim kuşam değiştirmeye varıncaya kadar çeşitli biçimlerde kendisini gösterebiliyor.

İnsanın egemen toplumun bireylerinden farklı olmadığını kanıtlayabilmesi için saçının kıvırcığından, cildinin renginden, burnunun şeklinden vazgeçmek zorunda kalması hazin. Ama işin fiziki tarafı daha bir kolay hallediliyor. Zor olan, toplumun içine işlemiş geleneklerden, inançlardan, değer yargılarından vazgeçmek. Buna rağmen, kendilerinden nefret eden toplumların baskın toplumların dünya görüşlerini benimsemek yarışına girdikleri görülüyor. Ne var ki, kişinin “onlardan birisi” olduğunu kanıtlamak için “kendi kimliğini iptal etmek” zorunda kalması, akıl sağlığını da tehdit ediyor.

Kimliğini “iptal eden” insan, herşeyden önce, vurdumduymazlaşıyor. Ne öz, ne de üvey toplumuyla duygudaşlık – empati – geliştirebiliyor. Apolitik oluyor. Etliye sütlüye karışmazmış, dünya umurunda değilmiş gibi duruyor ama bir o kadar da tedirgin. Deprasyona yatkın, hatta aşırı durumlarda, madde bağımlısı. Kendisine duyduğu muhabbet soğumuş olduğundan, ihtihar eğilimli.

Aynı semptomlara toplumlarda da rastlanıyor. Kendilerinden memnun olmayan toplumlarda yeşeren popular kültür, toplumu dıştan bakıldığında vur-patlasın-çal-oynasın kabilinden sahte coşkuya sevkeden bir görüntü veriyor. Oysa aslında yaptığı kendisini cezalandırmak.

Kendinden nefret, “ayna-kimliği” diye bilinen kavramla yakından ilişkili. Sosyal psikologlar, “ayna-kimliği”ni, kişinin ya da toplumun kimliğini başkaları tarafından “nasıl görüldüğü” esası üzerine yapılandırıldığı durum olarak açıklıyorlar. Böyle durumlarda kişinin ya da toplumun kimliğini belirleyen, başkalarının onlar hakkındaki görüşleri oluyor. Yani, başkaları, bu durumda baskın toplumlar, sizin hakkında olumsuz düşünüyorlarsa, siz de kendi hakkınızda olumsuz düşünmeye başlıyorsunuz.

Kendimizden bir örnek vermek gerekirse, baskın toplumlar Türkler’in meselâ “barbar” olduklarını düşünüyorlarsa, doğru olsun olmasın, bir zaman sonra Türkler de kendilerinin “barbar” olduklarına inanabiliyorlar. Bu durum, bizi biz yapan değerlerden, yani kendimizden nefret etmeye kadar gidebiliyor.

Kendisini böylesi bir ruh halinde bulan kişi, Türk toplumuna yabancılaşıyor. Türk toplumuna yabancılaşırken, kendisine de yabancılaşıyor. Baskın toplumların kendisini aşağıladığını düşüncesi, kendi kendisini aşağılamasına neden oluyor. Böylece yerleşen aşağılık kompleksi, kişiyi baskın toplumlarının değerlerini benimsemeye yöneltiyor.

Ancak, bu defa da psikolojik dengesizlikler meydana geliyor; çünkü, kişi ne kendi arkaplânını tümüyle reddedebilmiş, ne de öykündüğü toplumun değerlerini tümüyle kabul edebilmiştir. İki arada bir derede kalmış olmak daha da rahatsız ediyor. Bu defa iş özgün kimliğini inkâr etmeye veya red etmeye gidiyor.

Öte yandan, kimliğin reddedilmesi, “ben onlardan değilim” iddiası “gerekçe” istiyor. Yani, kişinin karşılaştığı olumsuzlukları kendi dışında birilerine maletmesi, diğer bir deyişle, kendisini içinde bulduğu duruma “mazeret üretmesi” gerekiyor. Örneğin, Yahudi soykırımını gerçekleştirmiş bir milletin çocuğu olmaktan hicap duyan Almanlar, olumsuzluğu “Nazi yöneticilerine” mal edip, vicdanlarını aklamayı seçmişlerdi. Benzer bir biçimde Ruslar, milyonlarca insanın sosyalizm yolunda telef olmuş olmalarını Stalin yönetimine malettiler.

Bize gelince: son zamanlara kadar bizdeki eğilim, ekonomik geri kalmışlık dahil tüm olumsuzluklardan Osmanlı yönetimini sorumlu tutmak şeklindeydi. Nitekim, Tevfik Fikret’in, Sultan Abdülhamid’e suikast düzenleyen Ermeni teröristi öven o korkunç “Bir anlık gecikme” şiiri de bu ruh halinin bir göstergesidir. Fikret, malûm, dönemin en pırıltılı yabancı okulu Robert Kolej öğretmenlik yapıyordu, biricik oğlunun yabancılaşma serüveni de hıristiyan papazı olmasıyla sonuçlandı.

Yakın zamanlarda yükselen eğilim, Osmanlı’ya az da olsa sahip çıkarken, olumsuzlukların kaynağını muğlak bir “devlet” kavramında aramaya yöneldi. Muğlak diyorum, çünkü bugün bile hakim söylemde “devlet” ile “hükümet” arasındaki ayırım net değildir.

Bununla birlikte, tüm olumsuzlukları “devlet”e yüklemek adetten oldu. Örneğin, “hantal devlet” saptaması, ekonomide kamu iktisadi teşebbüslerinin özelleştirilmesiyle sonuçlanırken, yönetimde mahalli idarelerin güçlendirilmesi, sivil toplum örgütlerinin önlerindeki engellerin kaldırılmasını getirdi. “Devlet millet için vardır, millet devlet için değil” disturu, bireylerin yolunu açtı, özel girişimciliği teşvik etti. AB yasalarına uyumu kolaylaştırdı. Gecikmiş reformları hızlandırdı.

Bütün bunlar, toplumumuzun hayatta kalabilmesi, değişen dünyaya uyum sağlayabilmesi için gerekli olduğu düşünülen değişimlerdi. Ne var ki, zaman zaman, bu çabaların, deyiş yerindeyse, ipin ucunu kaçırdıkları da olmadı değil. Avrupa’nın gerisinde kalmışlık duygusunun kendimizden nefret etmemizi değilse bile, kendimize yabancılaşmamızı körüklediği bir vakıa. Ve yabancılaşmanın ilk dünah keçisi de hemen her zaman “devlet” oluyor!

Türkiye Cumhuriyetini “TC” rumuzunu kullanarak aşağılama gayretlerini bilirsiniz. Son zamanlarda bu gayretlere bir de “resmi” olduğu belirtilen her söylemin reddedilmesi gerektiği şeklinde bir eğilim eklendi. “Devlet”in ak dediğine, kara, “kara” dediğine “ak” denmesi neredeyse adet haline geldi.

Bu eğilimin örneklerinden birisi de geçtiğimiz günlerde toplanması plânlanan “İmparatorluğun Çöküşünde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi” isimli konferanstı.

Tartışmalı konferansı öneren akademik ünvan sahibi üç hocamız, konferans davetlilerini tesbit ederlerken, “resmi tarihçi” olmakla suçladıkları, diğer başka hocalarımızı aralarına almayacaklarını ilân ettiler.

“Resmi tarihçiler”den kasıtları, tezlerini devlet arşivlerinden elde ettikleri bulgulara dayandıran, konuya ilişkin yargıları Türkiye Cumhuriyeti devletinin tezleriyle örtüşen bilim adamlarıydı! Dahası, dinlemeyeceklerini ilân ettikleri bilim adamlarının aralarında Halil İnalcık, İlber Ortaylı gibi dünya çapında isimler de vardı. Tepkiye neden olan da, konferansı tertipleyenlerin bu tutumları oldu.

Tertip komitesinin “Ermeni soykırımının bir vakıa” olduğunu def’atle ilân etmiş insanlardan oluşması, konferansın peşin bir hükümle yola çıktığı, amacının ilân edilmiş bir “peşin hükmü” delillendirmek, “Ermeni soykırımının bir vakıa olduğunu kanıtlamak1 olduğu şeklinde bir izlenim yarattı. Tertipleyenlerin davranışları bir yanıyla müthiş bir yabancılaşmanın, hatta öz-nefretin işareti gibi göründü; diğer bir yanıyla da “arşivler ne derse desin, biz soykırım yapıldığını kanıtlayacağız” gibisinden, savunulması mümkün olmayan apolojetik bir görüntü verdi.

Bu arada “Apologetics” malûm, Hıristiyan ilâhiyatının bir dalı. Hıristiyan öğretisini, Hıristiyan dogmalarını savunmak, kanıtlamak, diğer bir deyişle, dogmalara “mazeret bulmak”la iştigal eder. Söz konusu konferans da tek yanlı olacağını baştan ilân edildiği için, apolojetik bir tutumla diaspora Ermenilerinin tezlerine kanıt üretmek üzere toplanıyormuş gibi oldu.

Konferansın düşünce özgürlüğü gibi, demokrasi gibi günümüzün popüler kavramlarla açıklanması da mümkün olmadı. Çünkü, bir, muhalefeti, bu durumda “resmi tarihçi” dedikleri kesimleri, dışlayan bir konferansın nesnelliğinin sorgulanması açınılmazdı.

İkincisi, bilimsel verilerle demokrasinin ilişkisi kurulamadı. Şöyle ki, bilimsel veriler örneğin dünyanın yuvarlak olduğunu kanıtlıyorlarsa, “düşünce özgürlüğü” adına tersini savunmanın abesle iştigal olacağı açıktı. Bilimsel verilerin gerçekliği “demokratik oylama”ya konulamayacağına göre, geriye tek bir seçenek kalıyordu: konferansı tertipleyenlerin saklı bir acendaları olduğuna hükmetmek. Tepki doğuran, daha doğrusu üzüntü veren de bu ihtimal oldu. AB ülkeleri parlamentolarının ardarda aldıkları kararlara, az sayıda da olsalar bizim kendi aydınlarımızın çanak tutuyor olmaları olasılıkları infial yarattı. Pir Sultan’ın idam sehpasına götürülürken dillendirdiği sitemi hatırladık: düşmanın attığı taş değil, “Yarin attığı bir gül zul gelir bana!” Zor gelen, kendi aydınlarımızın karşı safta yeraldıklarını düşünmek oldu.

İyi de, Ermeni soykırımı olmadığını içine sindiremiyen bir Türk aydını ne yapmalıydı? Bunun cevabı da çok basit görünüyordu: Ermeni soykırımının bir vakıa olabileceğinden kuşkulanan bir Türk aydınının yapması gereken verileri sorgulamak, arşivlerdeki verileri geçersiz kılan başka verilerler varsa onları bulup ortaya çıkarmak olmalıydı. Ancak bunu yapabilmek için “resmi tarihçi” olmakla suçladıklarının ellerini görmeleri gerekirdi. Konferansı, resmi, ya da değil, “verilere kapatmak” olayı bir “fact-finding” misyonu olmaktan çıkaracak, apolojist hareketine döndürecekti.

Konferans ertelendiği için, toplanmış olsaydı nasıl bir sonuç verirdi bunu bilmiyoruz. Nitekim, ertelenmesine neden olan tepkileri gereğinden fazla sert, hatta anti-demokratik bulanlar da çıktı. Ancak, soykırım ithamına ilişkin “verilerin” arşivlerde olduğu, bir toplumun arşivlerini bireylerin değil, ister istemez “devlet” kurumlarının muhafaza ettikleri de bir vakıadır. Devlet tarafından muhafaza edilen arşivleri inceleyen bilim adamlarının vardıkları sonuçlar, resmi tezle örtüşüyorsa, bunda bir çapanoğlu aramak, bu bilim adamlarını “ikinci sınıflıkla” ya da “devlet dalkavukluğu” ima eden “resmi tarihçilik”le suçlamak yakışıksızdı. Yakışıksız olmanın ötesinde, bir tür düşmanlık değilse, öz nefrete, düşmanlığa işaret ediyordu. Peki, neye düşmanlık?

Gördüğümüz kadarıyla resmi ses veren her türlü söyleme düşmanlık! Ağızıyla kuş tutsa da resmi söyleme düşmanlık, resmi söylemden nefret. Bu izlenim de bizi sohbetimizin başına döndürüyor: Toplumlar da hastalanabiliyorlar. Hastalanan toplumların hayatta kalmak, yeryüzünden silinmemek gibi en doğal işlevlerini bile göremez hale geldikleri görülüyor.