BİR “MESLEK” OLARAK MÜSLÜMANLIK

Önce hayli gecikmiş bir soru: din eğitimi, dünyevi bir kariyerde başarılı olmak, “ilerlemek” için midir, yoksa öğrencinin salah bulması için mi? Salah, yani, huzur, barış, iyileşme, hayra dönük faziletler bütününe kavuşma, yani, Tanrı ile öğrencinin arasındaki bağın yeniden tesisi, yani, öğrencinin İslâmiyete ihtidası, İslâmi değerlerle yeniden doğuşu. Din eğitimi, bu temel noktada başarısızsa, bütünüyle başarısız demektir. Eğitim sürecinin diğer, yan, hedefleri, temel amaç olan “İslâmiyete ihtida” doğrultusunda şekillenir. Yan hedeflerden birisi, öğrencinin kişisel gelişimi, insani becerilerini mümkün olan en yüksek noktaya yükseltmesinin yollarının açılmasıdır. Kişisel gelişme, hemen her alanda mükemmeliyeti hedeflemelidir. Fiziki, zihni ve ahlâki güçlerin, “halka hizmet, Hakka hizmettir” disturu doğrultusunda geliştirilmesi, akıl kadar beden ve gönülün de eğitilmesini gerektirir.

Mağmumluk ve cehalet, erdem değildir. Din eğitimi öğrenciyi bir yandan entelektüel zirvelere teşvik ederken, diğer yandan da Kâinat’taki koordinatlarını belirlemelerine yardımcı olur. Öğrenciye hayatını kazanabileceği bir sanat ya da meslek edindirmesi zaruridir. Meslek eğitimi “hîni hacet” için değil, aklın ve kişiliğin geliştirilmesinin önemli bir aracı olarak görülmelidir. Meslek sahibi bir gençlik, direnç, sebat, cesaret, kişilik sahibi bir gençlik olacaktır. Bana sorarsanız, günlük yaşamın gereksinimlerini karşılayacak bilgi ve beceriyle donanmış olmak, hafifmeşrep entelektüellikten bin kez evlâdır. Kuran, diğer ders kitaplarının arasına, adeta bir çeşni hüviyeti ile sokulamaz. Kuran, matematik, coğrafya, fizik kitaplarının yerine de okutulamaz. Kuran, bir ansiklopedi de değildir. Kuran, bir dünya/kâinat görüşü verir, bilginin yorumlama ve uygulanmasına yardımcı olur. Bu çerçevede, din eğitimine özen gösteren ülkelerin öğrencilerin sağlıklı kalmalarına yardımcı olmak üzere müfredatın başına “fizyoloji”yi yerleştirdiklerini biliyorum. Bunun hemen arkasından da “anadil” geliyor. Gerekçesi de şu: “Ne kadar iyi konuşursanız, telâffuzunuz, kelime seçiminiz ne kadar iyiyse, başkalarına o kadar yararlı olursunuz.” Batılı psikolog ve sosyologların “ailenin dağılmasının” çağdaş medeniyetlerin önlerindeki en büyük tehlike olduğunu sezmeye başlamalarının en az yüz yıllık bir geçmişi var.

Sabahın ikisinde, İstiklâl Caddesinde gezinen on beşlik varoş kızları göz önüne alındığında, söz konusu tehlikenin gecikmiş de olsa bizim de kapımızda olduğunu teslim etmemiz gerekir. Ne ki, dağılmanın da bütünleşmenin de menşei aile. Ve artık neredeyse matematiksel bir kesinlikle biliyoruz ki, okul öncesi yaşlarda edinilen alışkanlıklar, edinilen bilgiler kişiliği resmi öğrenim ve eğitiminin asla başaramadığı bir biçimde şekillendiriyor. Dahası, çocukların ebeveynlerine duydukları ihtiyacın okulla birlikte sonra erdiği doğru değil. Okul, buluğ çağında bile ihtiyaçlarına cevap vermiyor. Öte yandan, din eğitimi, soyutlama melekesinin gelişmesini gerektiriyor. Bu nedenle deniyor, çocuğun ilk altı-yedi yılında zihinsel değil, bedensel eğitime önem vermeli. Okul öncesi yaşlarda Kuran kursları, şekilcilikten öteye geçmediği gibi, çocuğu ezberciliğe sevk ediyor. Oysa, ezbercilik, ahlâk düşkünlüğünün ilk adımı. Kaldı ki, din, entelektüel bir tasarımla da içselleştirilemiyor. “İlâhi dürtü” diye bir şey var ki, yakalayabilmek, reşit olmayı gerektiriyor. Bu da buluğ çağının atlatılması demek ki, yaklaşık lise sonuna denk geliyor. Felsefeye, psikolojiye, dinlere ilişkin en hararetli tartışmaların bu yıllarda yapılıyor olması boşuna değil. Yüksek eğitim, insanoğlunun dünyevi bilgilerden ziyade ilâhi arayışlarının yoğunlaştığı döneme denk. Ders kitaplarının ötesinde, kişisel arayışlar, sezgiler, eski alışkanlıkların irdelenmesi, gerekli ve mümkün olan durumlarda değiştirilme çabaları hep bu yıllarda. Ortaya çıkıyor ki, eğitimsizlik tevazu getirmediği gibi, maneviyatı da yüceltmiyor. Bu nedenle diyorlar ki, Yaratan’ı en iyi içselleştirenler, vukuf sahibi entelektüellerdir. Öte yandan, din ile ilâhiyat aynı şey değildir. İlâhi olanı hissetmekle, ilâhiyatı bilmek de aynı şey değildir. Bu nedenledir ki, aradaki köprüyü kuran din öğretmenlerinin nitelikleri çok önem kazanıyor. Öğretmen ancak kendisi ilâhi dürtüden nasibini almış birisiyse, bilgisini aktarabilir. Bu bağlamda, kağıt üzerindeki başarılarından çok, inancının, deneyiminin sahiciliği önemlidir. Tetebbu ki, derinliğine, inter-aktif düşünme demektir, edilgen olamaz. Başkalarının düşüncelerini irdeler, tartar, geliştirmeye çalışır. Tetebbu, açık ve kapsamlı düşünebilme yetisi gerektirir ki, bu da beynin gelişmişliği ile doğru orantılıdır. Aklın yaşta değil, başta olduğu doğrudur. Buna karşın, tetebbu, asgari bir olgunlaşma süresi talep eder ki, bu da en az üniversite demektir.

Bu girizgâhtan sonra, bu ülkede nicedir, Müslümanlığı bir “meslek,” bir “kariyer” olarak gördüğümüzü hissettiğimi söylemeli, nedenlerini de hemen sıralamalıyım. İlki, İmam Hatiplerin “meslek-lisesi” hüviyetleri. “İmamlık”ın, bir “meslek” olarak düşünülmesini değil, her Müslümanın meslek sahibi bir imam olması gerektiğini düşünüyorum. İmamlığın, mahallelinin “dini işlerine nezaret eden” ve adeta bir “teşrifatçı” şekilciliğine indirgenen statüsünün, mutlak surette nitelik ve nicelik itibariyle yüceltilmesi gerektiğini savunuyorum. İmam ya da hatip, bir mavi-yaka, orta-kademe hizmetli değil, İslami dünya görüşüne bütünüyle hakim, deyiş yerindeyse, İslam ilâhiyatının “doktoru” olmadığı sürece, camilerin, hissettikleri “İlâhi dürtü”yü reikiden, yogaya, Prisma’dan adını bile bilmediğimiz nice ruhani-ses veren toplulaşmalara yönlendirenlere, kapalı kalmaya devam edeceğini düşünüyorum. Kendimizi kandırmayalım, bugün “laik”ler tarafından dışlandıklarını hisseden cami mütedavimleri, “laik”lerin de kendilerini onlar tarafından bir o kadar dışlanmış hissettiklerini teslim etmelidirler. Oysa, yapılacak şey, insanımızı “Müslüman” ve “laik” olarak ayırmak yerine, dini dürtüleri olanların İslamiyete ihtidalarını sağlayacak önlemleri almaktır. Bunun çözümü de, imamlık eğitiminin İslam ilâhiyatına vukufu mümkün kılacak şekilde iyileştirmekten öte, içselleştirilebilecek yaşlarda vermek olacaktır. Günümüzde televizyondan, CD’lere, bilgisayardan, filmlere, futboldan, müziğe pek çok faaliyetin “ilâhları” olduğunu, bu “ilâhlar”ın gençlerin zihnini çelmekte rekabet ettiklerini teslim etmeliyiz. Tesettür pardösülerinin altında sırıtan Levy’s blucinlerinin temsil ettikleri çağdaş tüketim eğilimlerinin telmihlerini gözden kaçırmamalıyız. “Sınıf atlama çabaları”nın çoğunlukla ahlâk düşkünlüğü ile sonuçlandığını hesaba katmamazlık edemeyiz. Sınıf atlamayı başaramayan – örneğin, İmam Hatiplerden mezun olup da, meselâ, “laik” sosyolojiyi kazanamayanların, doyumsuz, kırgın gençler olarak, toplumsal hayata huzursuz, öfkeli hatta yıkıcı unsurlar eklemelerine seyirci kalmamalıyız. Peki, nasıl olacak diye soracaksınız? Bence, işe, “Müslümanların medeni haklarını koruyan” Müslüman siyasetçiler ile “Müslümanlık eğitimini geliştirecek, laik eğitim almış yığınlara taşıyacak” Müslüman din adamlarının aralarında görev taksimi yaparak başlamakta yarar var. Şimdi söyleyeceğimin ütopik olduğu kuşkusuz ama ben olsam, bir yandan, ilâhiyat eğitimini lisans-üstü yapar, fizikten, iktisada, mühendislikten, yabancı dillere, dört yıllık üniversite eğitimini başarıyla tamamlamış olanlara açarken, diğer yandan din bilgisi derslerini liseden itibaren tüm okullara (öğrencilerin mezhep ve diğer farklılıklarını mutlaka gözeterek) zorunlu ders olarak koyar, İmam Hatipleri “meslek” liseleri olmaktan çıkartırdım.