17 Ağustos 2019 - Mehmet Sosyal Köşe Yazısı - Hürriyet Gazetesi
Geçen yazımızda Alev Alatlı’nın yeni çıkan kitaplarından söz etmiştik...
Ve İpek Özbey’e söylediklerinden...
Alatlı, insanları suça itenlerin suç mahallinde olmadıklarını vurgulayarak diyor ki:
Bir kalem darbesiyle lümpen ergenleri sokağa döken yazar, alevler afakı sardığında suç mahallinde değilse, olayları evinden seyrettiğini ispat edebiliyorsa yasal olarak suçsuzdur.
Ama helal değildir yaptığı.
Bu çelişki sadece kalem darbecilerine mahsus bir durum değil.
Yasal olan ama helal olmayan başka darbelerin içinde de parmak izleri hâlâ duran ve bilinmeyen darbeciler için de aynı kural geçerli...
14 Ağustos 2019 - Mehmet Soysal Köşe Yazısı - Hürriyet Gazetesi
Dün gibi hatırlayabildiğim günlerden biriydi...
‘İşkenceci’ adlı romanı üzerine röportaj yapmak için Etiler’deki evine gitmiştim...
İki saat süren röportajın ardından gazetenin yolunu tuttuğumda “Cesur bir yazar ama kentin meydanlarında kaç kişi taşlayacak şimdi” diye kendi kendime söylenmiştim...
O günden beri bilen de bilmeyen de taşa tuttu ama yine de suyun gittiği yere doğru gitmedi, ezber bozan bir yazar ve aydın kalabilmeyi başardı...
Yani, Alev Alatlı’ydı.
Kalemiyle ayakta durmaya çalışan Alatlı, bir yerlere yaranabilmeyi değil, bir yerleri yaralayabilmek için gerçekleri yazarak haykırmayı seçti.
Yalanların bir nehrin kirli sularında suyılanları gibi akıp gittiği ve gerçeklerin zor kabullenildiği bir asırda “hâkim gerçeği” yalanlamayı tercih ediyordu.
12 Ağustos 2019 - İpek Özbey ile Söyleşi - Hürriyet Gazetesi
Yazar Alev Alatlı, toplam 11 cildi bulacak ‘Nasihatnameler’in ilk iki cildi ‘Fesüphallah’ ve ‘Hafazanallah’ ile okurunun karşısına çıktı. Tarihin derinliklerine inerek Batı eleştirisi yapan yazara Shakespeare tartışmasını, damadını genel müdür yaptığı iddialarını, iktidara yakın durduğu için kendisine yöneltilen eleştirileri sordum. “İnsan mürekkep yalamış olduklarını varsaydığı insanların bu denli küçüldüklerini görmek istemiyor” diyen Alatlı anlatıyor: “Neden Latife Tekin değil de Orhan Pamuk Nobel aldı”, “Türkiye hangi dönemini yaşıyor”, “Bozlağı uzun havadan ayıramayan neden tarihçi olmaz?”
Bir televizyon programında “İyi ki okumadık, eğer okumuş olsaydık, kargadan başka kuş, Shakespeare’den başka yazar tanımayacaktık” dediniz, ortalık yıkıldı. Bu sözlerinizden sonra George Orwell, Virginia Woolf gibi İngiliz edebiyatının önde gelen yazarlarından oluşan listeler yayımlandı. Öncelikle; doğru anlaşıldığınızı düşünüyor musunuz?
Kulakları çınlasın, Necef Uğurlu zamanında bana “Alev’ciğim televizyonda iki şey yapmayacaksın. Biri ironi, diğeri espri” demişti. “Neden” diye sormuş, “Anlamazlar çocuğum, sahi zannederler” cevabını almıştım. Diyeceğim, “iyi ki okumadık “sözünün ironi olduğu o kadar açık ki! Hele de bencileyin, okumaya bu kadar ittiren birinin böyle söylemeyeceği bilinmez mi? Yanlış anlaşılmak da değil, eblehlik görüyorum. Anlatıyorum; “Shakespeare İngiliz edebiyatının mihenk taşıdır” diyorum. Batı edebiyatının zirveleri ondan türer diyorum. Shakespeare 1564, Orwell 1903 doğumlu. Aralarında 400 yıl var Allah aşkınıza. Nasıl aynı kefeye koyarsınız? “Englishness” yani “İngilizlik” denilen kimliği yerleştiren Shakespeare’dir. Globe denilen tiyatro adası, o günlerin Hollywood’udur. Game of Thrones’un orijini Shakespeare’dir. Bizim hiç bilmediğimiz bir devamlılık vardır. Bu konuyu kapatalım, çünkü gerçekten hüzün veriyor. Mürekkep yalamış biriyseniz, bir durur, bakarsınız. Atar ergenliğin alemi yoktur.
10 Ağustos 2019 - Köşe Yazısı Ayşe Böhürler - Yeni Şafak
Nasihatname’nin ikinci cildinde yani yazara ‘’Hafazanallah’’ dedirten Amerikan tarihinin anlatıldığı bölümde İrlanda’nın hikayesi de yer alıyor (s:444). Yazar İRA’nın kardeş örgütü Sinn Fein isimli örgütün isminin İrlanda dilinde anlamının ‘’Biz kendimiz’’ ,'’Ne yapacaksak, Yalnız Başımıza Yapacağız ” anlamına geldiğini yazıyor. Bence Nasihatname’nin bütününde Alev Alatlı da bunu söylüyor…
9 Ağustos 2019 - Demeç - Anadolu Ajansı/ Salih Şeref
Yazar Alev Alatlı "Bu dünyaya Amerika'nın şedit dünya görüşü değil de Osmanlı'nın adaleti önceleyen muti dünya görüşü hakim olsaydı, gezegen bu hale gelmezdi." dedi.
Kapadokya Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı da olan Alatlı, "Nasihatname" üst başlığıyla 11 ciltte tamamlanacak serinin yeni çıkan ilk iki cildi ve kamuoyunda tartışmalara yol açan sözlerini AA muhabirine değerlendirdi.
Nasihatname'nin dünyada hakim kültürün yapı sökümü temrini olduğunu dile getiren Alatlı, Batı kültürünün kadim kodlarını çözümlemek suretiyle bugünün dünyasını anlaşılır kılmayı, böylece 21. yüzyıldaki serüvene avans sağlamayı umduğunu söyledi.
Alatlı, insanlığın yegane sılası olan "Mavi Gezegeni" kaybetmek üzere olduğunu vurgulayarak, "İnsanoğlunun fıtratının saldırgan olduğuna dair malumat, barışçıl olmadığına dair malumattan daha bilimsel değildir. Hal buyken, insanı tanımlamaya çalışırken, 'şer' öncelenmek zorunda değildir. 'Hayr' da öncelenebilir. Örneğin, bu dünyaya Amerika'nın şedit dünya görüşü değil de Osmanlı'nın adaleti önceleyen muti dünya görüşü hakim olsaydı, gezegen bu hale gelmezdi." diye konuştu.
4 Ağustos 2019 - Hilal Kaplan ile Söyleşi - SABAH Gazetesi
Toplam 11 ciltlik ‘Nasihatname’ serisinin ilk iki cildi Turkuvaz Kitap’tan yayımlanan Alev Alatlı: Hakim Batı medeniyeti, bu dünyadaki yaşamı eline yüzüne bulaştırdı. Dünyayı bitiriyor, sıra Mars’ı perişan etmekte
Her satırı heyecanla beklenen bir millî şuur emekçisi olan Alev Alatlı, bu kez muazzam bir külliyatla okurun karşısına çıkıyor. Toplamı 11 cildi bulacak "Nasihatname"lerin ilk iki cildi "America the Beautiful, Fesüphanallah!" ve "All American He-Man, Hafazanallah!" Turkuvaz Kitap'tan yayınlandı. Batı karşısında öğrenilmiş çaresizlik ve 'Stockholm sendromu' arasında kalmışlar için Alatlı, adeta bir zihin detoksu yapıyor. İlk iki ciltte ABD'nin kuruluş kodlarında saklı Antik Yunan'dan Roma İmparatorluğu'na Nazizm'e değin, olağanüstü titiz bir işçilik ve kıyaslamalı okuma yöntemiyle "Batı" medeniyetinin arkeolojik çözümlemesini okuyorsunuz. Bir bölümde Salem cadı avlarını okurken diğer bölümde Rothschild ailesinin yükselişini okuyorsunuz. Tarihi irtibatlar ile konu çeşitliliği arasında öyle muazzam bir ahenk yakalanmış ki yüzlerce sayfa nasıl geçiyor, anlamıyorsunuz. Alev Hanım'ın zarif evine konuk olduk ve ilk iki cildi çıkan bu külliyat hakkında konuştuk. İşte söyledikleri:
22 Mayıs 2019 - Cahit Arpacık Söyleşisi - Independent Türkçe
CA: Kültürel iktidar ne demektir?
Önce şu hususta anlaşalım: “kültür” boşlukta tekevvün etmez. İnsanlar üzerlerine dilediğiniz seciyeyi çiziktirebileceğiniz boş sayfalar (tabula rasa) değildir. Binlerce yılın inançları, değer yargıları, doğru/yanlış cetvelleri, yaşam biçimleri, sanatları, mimarileri, müzikleri vb vb ile yoğrulan “kültür”e iktidar olunmaz. Siyasi iktidarlar olsa olsa mevcut kültürlerin cismanileşmiş halleridir. Hele de demokrasilerde, ucundan kıyısından da olsa popülizm iktidar olmanın şartıdır. “Independent Türkçe olarak “AK Parti ‘kültür iktidarını’ neden kuramadı” başlıklı bir röportaj serisi yapıyoruz,” diyorsunuz. Kolay gelsin ama az önce de söylediğim gibi AK Parti ya da değil, demokrasilerde siyasi partiler kültüre iktidar olamazlar. Olsa olsa dünya görüşlerini kendininkilere benzettiklerinin yollarını açar, şu ya da bu biçimde teşvik ederler. CHP ve/veya “sol” siyasetin revaçta olduğu dönemlerde, TRT’nin, TDK’nin, TTK’nin edebiyat ödüllerinin aynı jüriler tarafından aynı arkadaşlara verildiğini hatırlayın. İşin tabiatı böyledir. Ne var ki, devlet ateizmi de ilan etseniz, milyonların katledilmesine bile razı olsanız, örneğin bir “sovyet insanı” yaratamıyorsunuz. Bir süre beş yıl, on yıl, elli yıl iktidarda kalıyorsunuz, sonra bir de bakmışsınız insanlar asıllarına rücu etmişler. Diyeceğim, toplumun konjöktürel heva ve heveslerini iyi okuyan, icraatı dünya koşullarına da pek ters düşmüyorsa iktidara geliyor.
Ey Oğul!.. İçi acıyor insanın. Basbayağı içi acıyor. Şimdi bana “Amerikalılara mı, dünyanın geri kalanına mı?” diye soracak olsan, öyle hemen verebileceğim bir cevap da yok. Gerçi, onlar Washington’da öksürseler, biz Ankara’da zatürre oluruz. Bu da en hafifinden öfkelenilesi bir durumdur, ama… Ama onlar da bu dünyanın turistleri oluyorlar işte! Yedi iklim dört bucak kafa gezdirmek, efendim, tarihi, kültürleri, sanatı, edebiyatı, müziği, inançları, dinleri, ideolojileri, savaşları, soykırımları, sömürgeleri, terör örgütlerini, hatta BM toplantılarını gamsız bir gezgin gibi ziyaret etmek, yaşadıklarını hediyelik öteberiye dönüştürüp anında tüketmek için varlar.
“Turist gibi yaşamak”tan muradımı anlıyorsun. Yatağını toplamadığın, sofrayı kaldırmadığın, çöpü dökmediğin bir yaşam biçimidir bu. Gözünün gördüğü ile yetindiğin, ne bir şehrin, ne bir binanın, ne bir olayın, ne de evsahibinin “gerçek”inin gönlünde yer bulabildiği, Gezegen’de yaşanan hayat ile kendi hayatının arasına ciddi bir mesafe koymuş, kafa gezdiriyor olma hali.
Ey Oğul! Düşün ki, garibim İrlanda 1800lü yıllara Büyük Britanya’nın İngiliz hükümetleri tarafından doğrudan yönetilen bir parçası olarak girdiydi. Tudor Hanedanının(9) başlattığı, Cromwell’in (10) sürdürdüğü işgallerde, İngiltere Kilisesi (Church of England)mensubu “soylu” İngiliz ve/veya İngiliz kökenli İrlandalı aileler İrlanda topraklarının hemen tümüne elkoymuş, Ada’nın yoksul ve ezik Katoliklerden oluşan halkının yüzde 80’ini topraksız bırakmışlardı. İngiltere’de yaşayan, İngiliz Lordlar Kamarasında “İrlanda Temsilcileri” olarak oturan bu aristokratların büyük çoğunluğu İrlanda’ya tek bir gün ayak basmamış tiplerdi. Topraklarını kâhyaları yönetir, üretim doğrudan ihraç edilir, hasılat İngiltere’ye giderdi.
Ey Oğul! İrlanda’nın açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunun işaretleri daha o yıllarda vardı! Ülkenin yegâne tarım ürünü olan patates rekoltesinde 1728’den itibaren durdurulamayan bir düşüş yaşanıyordu. 1807’de randıman yüzde 50’de kaldı. 1820 ve ‘21’de iki yıl üstüste tek bir patates olsun yetişmedi! Aynı durum, 1839’dan 1841’e kadar, her yıl tekrarlandı. Ve nihayet, 1845’de, daha o yıl 1 milyon İrlandalı’yı açlıktan öldüren Büyük Açlık/Great Famine patladı. Altı yıl (1845-1851) gibi çok uzun bir süre nefes aldırmadı.
Fincancı katırlarını ürkütmeyeceğiz diye lâfı eğip bükmeyelim. Ronald Reagan'la başveren, George W. Bush'un başkanlığında azan neo-conservative hareket, menfur bir düşünce sistemi ve dünya görüşünün uygulamaya konulması hadisesidir. Baba-oğul Bush’lar, Dick Cheney, Donald Rumsfeld, Paul Wolfowitz, John Bolton, Elliott Abrams, Richard Perle, Paul Bremer vd. gibi mensuplarının kısmı azamı Yahudi olan isimler, neo-conçeteyle özdeşleşir. Akla 1991 Körfez Savaşını getirir. 2003 Irak Savaşını, Kaddafi’yi, Afganistan’ı, İŞİD’i, CIA’nın “geliştirilmiş sorgulama teknikleri”ni, daha nice melânetleri düşündürür. Ebu Greyb’i, Guantanamo’yı, Bagram’ı hatırlatır.“Neoconservative” tanımının sözlük anlamının “yeni muhafazakâr” olduğu malûm. Lâkin, meramı anlatmakta yetersiz, zira sözcüğünün bir de “dönek” telmihi vardır. Nereden dönmüşler diye soracaksınız: Amerika’nın “Stalin karşıtı sol” geleneğinden dönmüşler.İhtimaldir ki, ABD’de ciddiye alınacak sol olmadığını düşünmektesiniz. Öyle ise, yanılıyorsunuz. Amerikan sol geleneği, Lenin daha altı yaşında (1876) kısa pantolonlu bir çocukken kurulan Amerikan Emekçilerinin Partisiile başlar. Bir yıl kadar sonra Partinin adı değişir, Amerikan Sosyalist İşçi Partisi (SLP) olur. SLP, 1900li yılların ilk çeyreğinde işçiler kadar çiftçilerin, göçmenlerin ve reform yanlısı aydınların destekledikleri bir siyasi parti hüviyetindedir. ABD’nin Birinci Dünya Savaşına katılmasına şiddetle karşı çıkar. 1912 ve 1920 başkanlık seçimlerinde beklenenin çok üstünde oy alır.
Cesur, yüce gönüllü, soylu, ahlâkçı, muhteşem bir yazar. Rusya’nın Dostoyevskî’den bu yana en iyi romancısı. İlâhi Komedi’yi gözlemleyen Dante’nin en gerçekçi rakibi. Nefretin ve zulmün cehenneme çevirdiği bir cinnet çukurunda telef olan milyonların hiç değilse insan olduklarının teslim edilmesini sağlayan, onlara isim veren bir yazar. Bir dünya nöbetçisi. 1918’de, yirmi milyon insanın katledildiği İçsavaş’a doğmuştu. Yaşadıkları düşünülünce doksan yaşını bulmuş olması başlı başına bir mucizedir. Yakınları “Saşa’yı yaşatan sorumluluk duygusudur” derlerdi. Kendisi de bir konuşmasında, “Ölenler göreve çağırıyorlar,” demişti, “Milyonlarca ölü... her gün, her birisi göreve çağırıyor. Onlar ölü. Sen yaşıyorsun. Görevini yap. Dünya olan biten herşeyi öğrenmeli. Ölülere görev borcun var. Görevini yap.” Zamana karşı yarışıyordu: “Bitirmeyi plânladığım işleri yaşam beklentimle ucu ucuna getirmeye çalışıyorum.” Korkarım ki, insanlığın son “peygamber-yazarı”dır. Bir daha onun gibisi asla gelmeyecek.
Soljenitsin, “Ölenler göreve çağırıyorlar. Milyonlarca ölü... her gün, her birisi göreve çağırıyor. Onlar ölü. Sen yaşıyorsun. Görevini yap. Dünya olan biten her şeyi öğrenmeli” diyen adam. “Bitirmeyi plânladığım işleri yaşam beklentimle ucu ucuna getirmeye çalışıyorum” diyen adam. Nobel ödülünü, “hiç bir kimse tarafından hiç bir zaman tanınmamış, tanınmayacak, isimleri bir kez olsun anılmamış, anılmayacak olan” yurttaşları için alan adam:
“...Nobel söylevinin okunduğu bu platforma... kaderin beni sağ bıraktığı karanlık ve soğuktan çıkaran... binlerce... donmuş basamağı tırmanarak çıkıyorum. Gulag Takımadaları/na/... düşenlerden yazar unvanı olanlar hiç değilse bilinirler. Ya hiç bir kimse tarafından hiç bir zaman tanınmamış, tanınmayacak, isimleri bir kez olsun anılmamış, anılmayacak olanlar? Onların hemen hiçbirisi geri dönmeyi başaramadı. Orada bütün bir milli edebiyat gömüldü. Onlar sadece mezar taşsız değil, iç çamaşırsız, çırılçıplak, ayak parmaklarından birisine takılı bir sayı etiketiyle unutulmaya terkedildiler. ...Ve ben bugün burada düşenlerin gölgelerinin refakatinde başım eğik dikilir, buraya benden önce varmaya layık olanların ardından bakarken; ONLARIN söylemek istediklerini nasıl sezinlemeli, nasıl ifade etmeliyim!?”
Gogol’la başlayan, Dostoyevskî ile zirveye ulaşan, iki yüz yıllık Rus edebi geleneğinin son yıldızıydı, Aleksandr İsayeviç Soljenitsin. Bu gelenek, edebiyatın kehanet gibi algılandığı, okurun/yurttaşın edebiyattan beklediğinin tatmin değil, kurtuluş olduğu gelenektir. “Nihayet piyanoyu bir çare-i halâs olmak üzere kabul etti” cümlesindeki ‘halâs’ anlamındaki ‘kurtuluş’.
Bir yazarın büyüklüğü, eserlerinin düzmece (fiction) ya da kurgu bağlamında yaratıcı kalitesiyle değil, yaşanan gerçekliğe dair verileri okurun elinden bırakamayacağı şekilde seçmek, düzenlemek ve bütünlük içinde sunmak becerisiyle ölçülür. Bu bağlamda, Rus yazarları için ağır bir yüktür edebiyat; bu ağırlığın altında çöken şair ve romancıların sayısı da hayli kabarıktır.
“2006 yılında Rusya’da büyük prestiji olan “Mihail Aleksandroviç Şolohov 100. Yıl Edebiyat Ödülü”nü alan Alev Alatlı, Türkiye’nin Kafkasya’da Rusya ile çatışmaya girmesinin düşünülemeyeceğini söyledi. Kafkasya’nın Büyük Petro’dan beri Ruslar’ın kıta sahanlığı olduğunu belirten Alatlı, “90’larda ekonomik kriz ve dağılma süreci nedeniyle bir süre sarsıntı yaşandı ama toparlandılar” dedi. Alatlı Kafkasya krizinin abartıldığını belirtirken, Rusya’nın süper güç olduğunu, Türkiye’nin ise sakin kalarak Rusya ile ilişkilerini devam ettirmesi gerektiğini söyledi. Rusya üzerine yazdığı kitaplarla Ruslar’ı bile heyecanlandıran ve 2006 yılında Rusya’da büyük prestiji olan “Mihail Aleksandroviç Şolohov 100. Yıl Edebiyat Ödülü’nü kazanan Alev Alatlı “Kafkasya Ruslar’ın kıta sahanlığıdır. Kafkaslara heveslenmenin bedeli çok ağır olur” dedi. Rusya’yı en iyi bilen yazarlardan olan Alatlı, “Gogol’ün İzinde” adını verdiği serinin dört kitabını bu ülkeye ayırmıştı.
“Neden bir şey yok değil de var? Çünkü eğer bir şey yoksa, o zaman matematiğin başı dertte... İyi de, ne olmuş? Bir takım sembollerin karışması, tutarsızlaşması dünyanın neden umurunda olsun? Umurunda, çünkü dünya matematiğe itaat ediyor gibi duruyor. Ama etmek zorunda değil. Eder gibi duruyor ama etmek zorunda değil. Bildiğimiz matematiğin bir çalı olduğunu düşünün. Birkaç kökten büyüyor ve her geçen gün dal atıyor. Tüm bilimleri, tüm verileri de diğer bir çalı gibi düşünün. Bu da yerçekimi, ışık, molekül zincirleri gibi bir kaç temel kökten büyüyor ve her gün yeni dallar atıyor, hatta bu yeni dallardan bazıları diğerlerine ne benziyor ne de uyuyorlar. Matematik çalısı ile bilimlerin çalısı birbirlerinin aynısı değil. Farklı yasalara göre büyüyorlar. Matematik çalısı, katıksız tümdengelimle büyüyor. Veri/bilim çalısı ise deneylerle ve ölçümlerle - tümevarımla - sarsıla, atlıya büyüyor. Bilim adamları eski dalları buduyor yeni dallar büyütüyorlar ya da aşılıyorlar. Makaslarını bileyen, yeni veriler.
“’Ölüm bir mühendislik problemi’ ise neden ‘yaratan’ diye bir şey yok değil de var? Bu soruya dinin verdiği eski cevap, ‘Allah dünyayı yarattı, onun için Allah diye bir şey var.’ Bu hükümden sonra geri çekilme harekatı başlıyor: Allah’ın kendisi bir şey mi, bir şey değil mi? Eğer Allah bir şey /duyularla kavranabilen cisimsel nesne/yada O şey /gerçek olan, bilincin dışında, kendi başına var olan tek nesne-ens reala/ise, onu kim yarattı?”
Bart Kosko, “Yunan flozofları bu düşüncelerle oynadılar,” diye sürdürüyor, “Kuşkusuz, Yunandan önceki antik toplumlar da bu düşüncelerle oynadılar. Tüm düşünceler Allah fikrine saplanır. Allah fikrinin dışında kalan pek az cevap vardır. Bu cevaplardan çoğu da kısır döngüdür: biz burada olduğumuza birşey var. Neden-sonuç zinciri, birinci nedeni destekler ve birinci neden hiçbir şey olmaksızın olamaz. Soru soruyu getirir, bu defa da neden bir şey var diye sorarız, sonra da neden olmayan bir şeyden, olan birşey türeyemez?”
“Aslında ölüm bir mühendislik probleminden ibarettir.”
“Fuzzy gelecekte insan hayatının niteliği nasıl olabilir? İnsanoğlunun ‘Matematik yapımcısı’na bir şey söyleyecek duruma gelmesi için daha çok ama çok yıllar var,” diyor Bart Kosko. Matematik yapımcısı’ndan muradı, açık: Tanrı. “Bu arada daha yüksek makina IQları bizim nasıl yaşadığımızı, düşündüğümüzü ve oynadığımızı değiştirecek. Fuzzy mantık bize akıllı aletleri tattırdı ve beğendik. Birgün bu da değişebilir,” diye devam ediyor, “Ya gün gelir de yüksek Makina IQ’ları, insan IQ’larını kendilerinkine boca ederlerse? Bu durumda insana ve onun kişiliğine ne olur?”
Cevap veriyor: “MIQ’ sistemleri bizi öyle üretken kılarlar ki, hepimiz zengin oluruz. Peki, o zaman emek, adanmak, makuliyet /akla yakınlık/ gibi kavramlara ne olur? Her yanda sesle çalışan bilgisayarlar; akıllı telesekreterlerde fuzzy kişilik-profili cipleri; ne zaman ihtiyacınız olsa bulabileceğiniz akıllı diş protezleri; akıllı yollar üzerende akıllı otomobiller. Makina sağlıklı, makina zengini, makina akıllı insanlar!”
1990’ların başlarında saçaklılık (fuzziness) Uzak Doğu’nun teknolojik ve kültürel amblemi olarak ortaya çıktı. Japonya, yüksek-teknoloji tüketim ürünleri imalatında saçaklı ihtilalin bayraktarı oldu. Japon mühendisleri bilgisayarlardan, elektrikli süpürgelere kadar yüzlerce alet edavatın ve sistemlerin makina zekâ quotient (IQ) arttırmak için saçaklı mantığı kullandılar. Japon hükümeti iki büyük araştırma laboratuarı kurdu. Her yıl birisi saçaklılık üzerine konferanslar tertip ediyorlar. İnsanlar metrolarda saçaklı mantığın ne menem bir şey olduğunu anlatan popüler bilim kitapları okuyorlar. Japon televizyonu saçaklı mühendislik belgesellerini en iyi saatte (prime-time) yayınlıyor. Japon parlamentosunda siyasiler saçaklı mantığın anlamını tartışıyorlar. Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı, MİTİ, saçaklı ürünlerin 1990’da bir buçuk, 1991’de iki milyar dolar getirdiğini hesaplıyor. Küresel bilgisayar pazarı yaklaşık 200 milyar lira. Saçaklı Japonlar daha şimdiden bu pazarın yüzde birine hakimler. Ve yarış daha yeni sayılır.
“Mantık” denilen şeyin bir “Batılısı “bir de “Doğulu”su olduğunu öğrenseniz, dahası, Batı mantığında ısrar eden bilim adamlarının yanlış yaptıklarını öğrenseniz siz ne yapardınız, bilemiyorum. Ben bayıldım! Bayıldım, çünkü bir şey “ya doğrudur ya da doğru değildir,” “ya siyahtır ya da siyah değildir” şeklindeki Aristo mantığı oldum olası zorlama gelmiştir bana.
Doğru-yanlış, siyah-beyaz türünden kesinlik iddialarından nefret ederim. Dediğim dedik pozitivistlerden hazetmem. Gönlüm hem davalıya hem davacıya hem de her ikisinin de haklı olamayacağını söyleyen mahkeme katibine hak veren Nasrettin Hoca’dan yanadır. Hayatın böyle bir şey olduğunu düşünürüm çünkü. Ne pür beyaz vardır, ne de pür siyah. Ne tam doğru ne de tam yanlış. Kimse bütünüyle haklı ya da haksız değildir. Haklılık haksızlık, doğruluk yanlışlık, siyah beyaz derece meseleleridir. Dünyaya dair hiçbir veri yoktur ki, kesin olsun. Einstein’ın dediği gibi, “Matematik kanunları gerçeği yansıttıklları sürece kesin değildirler. Kesin olduklarında gerçeği yansıtmazlar.”
Batı zihniyetini şekillendiren, parametrelerini, doğru-yanlış cetvellerini tanzim eden, eski Yunan. Demokritos’un kainatı atomlar ve boşluktan ibaret. Eflatun’un dünyası keskin üçgenlerle dolu. Aristo’nun mantığı, siyah-beyaz kurallarla. Aristo’yu izleyen kuşaklar, aklı ve Kainatı onun mantığı ve bilimsel eğilimleri doğrultusunda algılamaya devam ediyorlar. Çağdaş bilim, matematik, mantık ve kültür, dünyanın siyah-beyaz olduğu ve bu niteliğinin sabit olduğu esası üzerine kurulu. Ağzımızdan çıkan her hüküm ya doğru ya da yanlış. Her yasa, her yönetmelik, her kural kesin. Dijital bilgisayarın 0-1 ikili sistemi , siyah-beyaz dünya anlayışının zaferi gibi. Bir şey ya öyledir, ya da değildir. Ya A, ya da A değil. Gökyüzü ya mavidir ya da mavi değildir. Hem mavi hem de mavi değil olamaz. “Doğru düşünme” sanatı ikibin yıldır Hazreti’ten soruluyor.
İyi de, sahici dünya Aristo’nun tanımladığı gibi değil/ Bir kere, hiçbir şey sabit değil, her şey her an değişiyor. İkincisi, dünya siyah-beyaz değil, gri. Kırçıl. Kesin olan hiçbir şey yok. Dünyanın atmosferini molekül molekül tanımlayabilseniz bile, atmosferi yeryüzünden ayıran kesin çizgiyi bulamıyorsunuz.
Bart Kosko, "Fuzzy Thinking"/Saçaklı Düşünce* adlı kitabın Amerikalı yazarı, Güney Kaliforniya Üniversitesi'nde elektrik mühendisliği fakültesi profesörü. Akademik kariyerine fevkalade yetenekli bir besteci olarak başlamış. Derken, felsefe, ekonomi, matematik ve elektrik mühendisliği dallarında doktoralar yapmış. "Fuzzy" sistemlere dair ders kitapları da var.
Kosko, kitabına, "Bir gün bilimin doğru olmadığını öğrendim" diye başlıyor, ”Gününü hatırlamıyorum ama dakikasını hatırlıyorum. Yirminci yüzyılın tanrısı, bundan böyle Tanrı değildi. Bir yanlışlık vardı ve bilimle uğraşan herkes bu yanlışlığı yapıyordu: Bir şey ya doğrudur ya da yanlış diyorlardı. Neyin doğru, neyin yanlış olduğundan her zaman emin olamıyorlardı. Emin oldukları tek şey vardı, o da, bir şeyin ya doğru yada yanlış olduğu. Çimenin yeşil olup olmadığını, atomların titreşip titreşmediğini yada Maine eyaletindeki göllerin sayılarının tek mi çift mi olduğunu söyleyebiliyorlardı. Bu iddialarının doğruluğu matematiğin ya da mantığın iddialarının doğrululuğu gibi doğrulardı. Tümüyle doğru ya da tümüyle yanlış, siyah ya da beyaz, 1 ya da 0. Oysa söyledikleri derece meselesiydi.