“EN BÜYÜK KORKUM, RUSYA’YA GERİ DÖNEMEMEK, ÖLÜP VERMONT’TA GÖMÜLMEKTİ”

Solijenitsin’i nasıl bilirsiniz?

Cesur, yüce gönüllü, soylu, ahlâkçı, muhteşem bir yazar. Rusya’nın Dostoyevskî’den bu yana  en iyi romancısı. İlâhi Komedi’yi gözlemleyen Dante’nin en gerçekçi rakibi. Nefretin ve zulmün cehenneme çevirdiği bir cinnet çukurunda telef olan milyonların hiç değilse insan olduklarının teslim edilmesini sağlayan, onlara isim veren bir yazar. Bir dünya nöbetçisi. 1918’de, yirmi milyon insanın katledildiği İçsavaş’a doğmuştu. Yaşadıkları düşünülünce doksan yaşını bulmuş olması başlı başına bir mucizedir. Yakınları “Saşa’yı yaşatan sorumluluk duygusudur” derlerdi. Kendisi de bir konuşmasında, “Ölenler göreve çağırıyorlar,” demişti, “Milyonlarca ölü… her gün, her birisi göreve çağırıyor. Onlar ölü. Sen yaşıyorsun. Görevini yap. Dünya olan biten herşeyi öğrenmeli. Ölülere görev borcun var. Görevini yap.” Zamana karşı yarışıyordu: “Bitirmeyi plânladığım işleri yaşam beklentimle ucu ucuna getirmeye çalışıyorum.” Korkarım ki, insanlığın son “peygamber-yazarı”dır. Bir daha onun gibisi asla gelmeyecek.

Mussolini ve Hitler totalitarizmin (daha doğrusu toplama kampı düzenlerinin) sembol isimleri olarak tarihe geçtiler. Fakat Stalin belli bir döneme kadar bu iki isimle aynı minvalde değerlendirilmedi. Sanıyorum bu durumun değişmesinde ve Stalin’in bir “toplama kampı babası” olarak ifşa edilmesinde Solijenitsin’in ciddi bir etkisi oldu. Peki, Solijenitsin’in totalitarizm eleştirisi sadece Stalin ile sınırlı kaldı mı?

Önce şunu söyleyeyim, Soljenitsin’i bir rejim muhalifi veya Stalin muarızı olarak değerlendirmek indirgemecilik olur. Zaten toplama kampları Stalin’le başlayıp, Stalin’le de bitmedi. O’nun meselesi Rusya’nın ve dünyanın çektiği acılardaki payını idrak etmeyen, kendilerini ıslah etmeye çalışmak şöyle dursun, özeleştiri gibi, nedamet gibi kavramları dahi olmayanlardır. Müthiş bir gözlem yeteneği, olağanüstü hafıza, deneyimlerini hızla yazıya dökmek becerisi ve tutkunun bileşimi, Soljenitsin’i siperde, hasta yatağında, muharebenin ortalık yerinde yazmaya, tarihe kayıt düşmeye yönelten dürtülerdi.

Solijenitsin’in ABD’yi ve onun Vietnam’a yaptığı müdahaleleri sıhhatli bir biçimde değerlendirebildiğini düşünüyor musunuz? Başka bir ifadeyle Solijenitsin’in Sovyetler’e karşı yürüttüğü ateşli muhalefet kendisini ABD’nin zulümlerine karşı belli noktalarda körleştirmiş olabilir mi?

Hiç olur mu?! Daha 1974 yılında Harvard Üniversitesinde yaptığı ağır bir konuşma vardır, Harvard Nutku diye geçer. (“Eyy Uhnem, Eyy Uhnem” de bulabilirsiniz ) Rusya’da yaşanan cinnete karşın, Amerikan toplumunu kendi ülkesine örnek gösteremeyeceğini söylediği ve ağır bir biçimde eleştirdiği konuşmadır. Batı entelijensiyasının Soljenitsin’den soğumaya durmasının başlangıcı da bu nutuktur. Nitekim, zaman içinde, daha doğrusu çıkarlarına hizmet etmeyeceği ortaya çıktığında, “Rus ayetullahı, Yahudi düşmanı” gibisinden aşağılayıcı sıfatlar takmaktan da utanmadılar. Soljenitsin’in güncele dönük bir politikacı değil, dünya nöbeti tutan bir yazar olduğunu unutmayalım. O’nun ilgilendiği toplumun bütününün ruh haliydi – bu bağlamda Amerikalıların sınıfta kaldıklarını söylemekten hiçbir zaman kaçınmadı. Harvard nutkunda, örneğin, “İnsan yaşamının nihai hedefi, ne serbest piyasa ekonomisi, ne de genel refah seviyesinin artmasıdır. İster en mükemmel yönetim sistemi, ister sanayi kalkınma gerçekleştirilsin, bir ulusun manevi enerjisi tükenmişse, o ulus çökmekten kurtulamaz” derken, Batıyı uyarmaya çalışıyordu. Amerikalıları gezegenin sonunu getirmesi mukadder vahşi kapitalizmin olmazsa olmazı “arsız tüketim”i meşrulaştırmakla suçlayan da Soljenitsin’dir. Arsız tüketici denilen yaratığın kendisine ‘hak’ olarak belletilen şeylerden, ne humanizma ne de Tanrı adına feragat etmesinin söz konusu olmayacağını görüyordu. Durum böyle olunca, “özgürlüklerin şer lehine bükülmesi kaçınılmazdır’ derdi.

Sizce Solijenitsin için hukuk ve ahlak arasında nasıl bir gerilim söz konusu? Solijenitsin, toplama kampından hukuka kaçan adam mı?

Bu sorunuza kendisi cevap versin. Harvard nutkundan: “Hayatını komünist rejimin egemen olduğu bir ülkede geçirmiş birisi olarak, size hiçbir nesnel hukuk ölçüsü olmayan bir toplumun gerçekten korkunç bir toplum olduğunu söyleyebilirim. Ancak, yegâne ölçüsü yasalardan ibaret olan bir toplum da insanoğluna layık bir toplum değildir. Yasaların harfi üzerine bina edilen, daha yükseğini hedeflemeyen bir toplum, insanoğlunun yüksek kapasitesini değerlendiremiyor demektir… Yasaların haklı bulduğu birisinden daha başka birşeyler talep edilemez. Yasaların onayladığı haklılığı kimse sorgulayamaz. Kimse kimseden yasal haklarından feragat etmesini isteyemez, insaf telkin edemez. Yasal haklardan isteyerek vazgeçmek, fedakârlık, kendi çıkarlarını düşünmemek en basitinden saçma görünür. Gönüllü özveriye hemen hiç rastlanmaz… Yeni bir enerji türünün kullanımını önlemek üzere haklarını satın bir petrol şirketi yasal olarak suçsuzdur. Ürünün raf ömrünü uzatmak için içine zehir katan gıda üreticisi de yasal olarak suçsuzdur, çünkü insanlar söz konusu ürünü satın alıp almamakta özgürdürler… Günümüz Batı toplumunda iyilik yapmak özgürlüğünün kötülük yapmak özgürlüğü ile bir olduğu bir durum sergilenmektedir…” Dediğim gibi, hal böyle olunca “özgürlüklerin şer lehine bükülmesi kaçınılmazdır.

Solijenitsin’in din ve geleneğe karşı olan yaklaşımı nedir?

Soljenitsin’in düşüncesinin özünde, Rusya’nın ve dünyanın manevi seferberliği yatar. Bundan kastı, yasaların “hak” olarak tanıdığından “gönüllü feragat” etme hasletidir. Ne gibi, meselâ, su kullanımı kısıtlayan hiçbir yasa yokken bile kuraklığı akılda tutup, diş fırçalarken suyun boşa akmasına seyirci kalmamak gibi. Bu basit örnekte “feragat edilen” tüketim özgürlüğüdür. Soljenitsin’in deneyimi ona “gönüllü feragat”ın yasalar, antlaşmalar, Helsinki vb.vb. kriterlerden üstün ve çok daha bağlayıcı olduğunu göstermiştir. “Gönüllü feragat”ın kökleri ise dindedir, gelenektedir, örf ve adettedir. Bu bağlamda, insanoğlunun yüksek kapasitesi değerlendirilecekse, manevi harcını, dilerseniz, bileşenlerini ihmal etmemek gerekir – diye düşünür.

Sizi en çok etkileyen romanının hangisi olduğunu ve neden sizi bu kadar etkilediğini anlatabilir misiniz?

Öyle bir şey yok – yani tek bir roman söz konusu değil. Gulag Takımadalarını yıllar önce okumuştum ama koyun kaval dinler gibi okumuştum besbelli, insan işin içine girmeden yazarın neyi işaret ettiğini, derinliğini anlayamıyor. Rusya’nın başına gelenleri öğrendikçe, Soljenitsin’den ne bulsam okumaya koyuldum, makaleler, söyleşiler, tv demeçleri – ne için çırpındığı gördüm. İnsanlığın yüz akı, aziz bir yaşam, saygı ile anılacak bir yaşam. Toprağı bol olsun.