GELECEĞİN ÖLÜMÜ

8 AĞUSTOS 2008 – RADİKAL KİTAP

Aleksandr İsayeviç Soljenitsin 89 yaşında öldü. 

‘Gulag Takımadaları’nı Nobel ile ödüllendiren edebiyat gurularının, ‘Kızıl Çark’a arkalarını dönmelerinin Soljenitsîn’in edebi yaratıcılığının yetersizliği değil, siyasi konjönktür gereği gözden düşmüş olmasıydı 

Gogol’la başlayan, Dostoyevskî ile zirveye ulaşan, iki yüz yıllık Rus edebi geleneğinin son yıldızıydı, Aleksandr İsayeviç Soljenitsin. Bu gelenek, edebiyatın kehanet gibi algılandığı, okurun/yurttaşın edebiyattan beklediğinin tatmin değil, kurtuluş olduğu gelenektir -“nihayet piyanoyu bir çare-i halâs olmak üzere kabul etti” cümlesindeki ‘halâs’ anlamındaki ‘kurtuluş’. Bir yazarın büyüklüğü, eserlerinin düzmece (fiction) ya da kurgu bağlamında yaratıcı kalitesiyle değil, yaşanan gerçekliğe dair verileri okurun elinden bırakamayacağı şekilde seçmek, düzenlemek ve bütünlük içinde sunmak becerisiyle ölçülür. Bu bağlamda, Rus yazarları için ağır bir yüktür edebiyat; bu ağırlığın altında çöken şair ve romancıların sayısı da hayli kabarıktır. 

Sanatın okurları ‘eğlendirmek değil, kurtarmak’ için varolması gerektiği inancını Rus edebiyatına sokan yazar, Gogol. Yaşadığı dönemin acılarının ideolojik ve dini bir yönelişe sevk ettiği Gogol, Dostoyevski’nin elem dolu çırpınışının öncüsü olur. Geleneği sürdüren Soljenitsin, bir Rus yazarının “en çetin görevinin gerçeğe hizmet etmek, ülkeyi ayaklarının altına alan, ezen, karalayan gerçeği diriltmek” olduğunu söyler. 1982’de verdiği bir demeçte, “Sovyetler Birliğini terk edenler, Rus halkının dilinden ve deneyimlerinden uzak düşüyorlar,” demişti, “Eserlerinde uluslararası bir yaklaşımı yeğliyorlar. Oysa, ben, gelenekçi olmaya yatkın birisiyim.” 

Sanat ve edebiyatı düzmece (fiction) ya da kurguyla özdeşleştiren Batılı edebiyat çevrelerinin Soljenitsin’e ilişkin tutumlarını edebiyat dışı ölçütler belirler. Nitekim, New York Times’ta yayımlanan bir söyleşinde “Kitaplarımı yayımladığım şu on sekiz yıllık süreçte, yapıtlarımdan hiç birisi, hiçbir yerde ciddi bir edebi çözümlemeye konu olmadı,” diyordu; “Yazdıklarıma ilişkin yorumların hemen hepsi, siyasi duruşumla ilgilidir.” Tek istisna, Heinrich Böll’ün eleştirileri. Sovyetler Birliği şöyle dursun, Batı’da deprem yaratan İvan Denisoviç’in edebi nitelikleri üzerinde hiç konuşulmamış. Gulag Takımadaları’na ilişkin tek bir inceleme yokmuş ki, iki yüz yirmi yedi gulag mahkûmunun ‘gerçek’ öykülerinin bir mozaik gibi döşendiği üç ciltlik bir eser Gulag Takımadaları. On sekiz yılını verdiği beş bin sayfalık dev eseri Kızıl Çark’ın ise esamesi bile okunmuyor, çünkü, “fazla tedrisi (didaktik) ve tümüyle düzmece (fiction) değil.” Yaygın söylem, “Kızıl Çark tarihi bir romansa, Harp ve Sulh’un Soljenitsîn çeşitlemesinden ibaret olmalı” şeklinde. Oysa, “Beni en çok etkileyen eserin Harp ve Sulh olduğu doğrudur,” diyen Soljenitsin’in kendisi. 

‘Dostoyevskî’ye yakınım’ “Kitaplarımda en çok bahsettiğim yazarın Tolstoy olduğu da doğrudur; nedeni, en önemli nedeni, Tolstoy’un benim anlattığım dönemde, yirminci yüzyılın başlarında, toplumu derinden etkilemiş olması. Roman kahramanlarım sık sık Tolstoy’dan söz ediyorlarsa, ’17 devrimi öncesi Rus liberal ortamının böyle bir ortam olmasındandır. Dostoyevskî, devrime karşı olduğu düşünüldüğü için pek sevilmezdi. Nitekim, Rusya’da etkin olmasına izin verilmedi, buradan önce Batı’da, özellikle de Almanya ve İngiltere’de tanındı. Bana gelince, manevi değerler bakımından Tolstoy’dan çok Dostoyevskî’ye yakınım.” 

Gulag Takımadaları‘nı Nobel ile ödüllendiren (1974) edebiyat gurularının, Kızıl Çark’a arkalarını dönmelerinin Soljenitsîn’in edebi yaratıcılığının yetersizliği değil, siyasi konjönktür gereği gözden düşmüş olmasıydı. Oysa, 1975’de Sovyetlerden sürgün edildikten sonra Fransa’yı ziyaret ettiğinde Paris Match dergisi Soljenitsin’i “Dostoyevskî’yle eşdeğer bir dahi” olarak değerlendirmiş, L’Express “yeni bir peygamber, büyük bir dini hareketin öncüsü” diye yazmış, ilk televizyon programını sadece Fransa’da yetmiş beş milyon kişi izlemişti. Ancak bir kaç ay sonra Washington’a gittiğinde, Beyaz Saray’a davet edilmediği gibi, Amerikan Senatosu’nun onursal vatandaşlık kararı da uygulamaya konmadı. Engelleyen, Başkan Ford’un İçişleri Bakanı Henry Kissenger’dı, nedeni de Amerikan İşçi Federasyonu ve Sanayi Örgütleri Kongresi’nin (AFL-CIO) daveti üzerine verdiği bir konferansta Amerika’yı çıkarlarını korumak uğruna SSCB’deki insan hakları ihlâllerine bigâne kalmakla suçlamış olması. Kissenger’ı alkışlayanların başında İngiliz Guardian gazetesinin Washington muhabiri, Simon Winchester. Winchester, “sarkık bira göbekliler” dediği sendika üyelerine “oynamakla” suçladığı “kıllı polemikçi, saçaklı yazar, kırmızı-enselilerin sevgilisi” Soljenitsîn’i Beyaz Saray’a sokmayan Başkan Ford’u “haysiyetli” tutumu nedeniyle kutladı “kırmızı-enseliler” dediği, ABD’nin güney eyaletlerinin yoksul beyaz tarım işçileri, “red-necks.” 

Dağılan Sovyetler Birliğinin ‘Zapadnikî’ denilen ‘Batılılaştırmacı’ aydınlarının Avro-Amerikan kervanına katılmakta gecikmemiş olmaları daha da manidardır. 1994’de Rusya’ya geri döndüğünde bu defa Nazavismaya Gazeta’da yazan Grigori Amelin, “Bizim Vermont’lu Voltaire’imiz ruhani bir abide, girişte insanların şapkalarını bıraktıkları bir askılıktan ibarettir” diyebilmişti; “Bırakalım, orada naftalinlenmiş olarak sonsuza dek kalsın. Bu Holywood sakallısını, bu vicdanı inanılmayacak ölçülerde temizlenmiş, güneşte ışıldayacak kadar cilâlanmış, hadım külliyatçıyı meraya salalım, gitsin!” Kendisi de bir romancı olan Viktor Yerofeyev, Soljenitsîn’den haddini aşmış bir taşra lisesi öğretmeni diye sözedebilecek kadar insafsızdı. “Soljenitsîn’in insancıl ıstırabı, sosyalist realizm kadar komik ve köhne.” Ve Artyom Troytski, Rus Playboy dergisinin sahibi, ‘rock’ eleştirmeni, Kafe Oblomov isimli televizyon programının yapımcısı, “Perestroyka sonrası kuşağı için hiçbir şey ifade etmiyor. Korkarım Soljenitsîn’in işi bitik!” diyordu, “Bu saatten sonra Gulag Takımadaları‘nı kim ne yapsın?!” Kimse de bir şey yapmadı nitekim. Günümüzde Rus gençleri, ne Gulagları ne de Soljenitsin’i biliyorlar. 

Bilmesinler daha iyi diyenler de var. Öyle ya, cehennemin panoramasını kaleme almak demek, yeniden yeniden kavrulmayı göze almak demek! Aklı başında birisinin yapacağı iş değil! Aklı başında birisi, şahit olduklarını rüyalarında bile unutmaya çalışır ki, yaşayakalabilsin! 

‘Ölenler göreve çağırıyorlar’ Ne ki, Soljenitsin, “Ölenler göreve çağırıyorlar. Milyonlarca ölü… her gün, her birisi göreve çağırıyor. Onlar ölü. Sen yaşıyorsun. Görevini yap. Dünya olan biten her şeyi öğrenmeli” diyen adam, “Bitirmeyi plânladığım işleri yaşam beklentimle ucu ucuna getirmeye çalışıyorum” diyen adam. Nobel ödülünü “hiç bir kimse tarafından hiç bir zaman tanınmamış, tanınmayacak, isimleri bir kez olsun anılmamış, anılmayacak” olan yurttaşları için alan adam: “…Nobel söylevinin okunduğu bu platforma… kaderin beni sağ bıraktığı karanlık ve soğuktan çıkaran… binlerce… donmuş basamağı tırmanarak çıkıyorum. Gulag Takımadaları/na/… düşenlerden yazar unvanı olanlar hiç değilse bilinirler. Ya hiç bir kimse tarafından hiç bir zaman tanınmamış, tanınmayacak, isimleri bir kez olsun anılmamış, anılmayacak olanlar? Onların hemen hiçbirisi geri dönmeyi başaramadı. Orada bütün bir milli edebiyat gömüldü. Onlar sadece mezar taşsız değil, iç çamaşırsız, çırılçıplak, ayak parmaklarından birisine takılı bir sayı etiketiyle unutulmaya terkedildiler. …Ve ben bugün burada düşenlerin gölgelerinin refakatinde başım eğik dikilir, buraya benden önce varmaya layık olanların ardından bakarken; ONLARIN söylemek istediklerini nasıl sezinlemeli, nasıl ifade etmeliyim!?” 

Leonardo de Vinci’nin seksen küsur yaşında yaptığı bir oto-portresi vardır; Soljenitsîn’e benzeyen, uzun sakallı, meyus bir ihtiyarın kara kalem çizimi. Leonardo, portresinin altına “Leonardo mio,” yazmış, “Neden bu kadar çabaladın ki?!” Trajik mi diyorsunuz?! Yok, canım! Trajedi ancak insan hayatının bir değeri varsa trajedidir. Yaşamın değeri varsa demiyorum, insanın değeri varsa diyorum. Yaşam nasılsa devam eder. O kadar çok yazar var ki! Büyük edebiyatçı çıkmıyor mu artık? Çıkmazsa çıkmasın, hayat devam ediyor! 

Korkarım ki, Rusya şöyle dursun, insanlığın son ‘kâhin-yazar’ıdır Soljenitsîn. Bir daha onun gibisi asla gelmeyecek