İNGİLTERE - EKONOMİ (9)

TARİH, TEKERRÜR VE EKONOMİK KRİZLER 
Temmuz, 2001
TRT 2, Belgesel Metinleri

Avrupa, çok farklı bir iklimdi. Şöyle ki, ABD’nin kurulduğu günden beri liberal bir anayasa ile korunan demokrasi. “Eski Dünya” ise – Avrupa’ya böyle denirdi – eski dünya, İngiltere’si, Fransa’sı, İtalya’sı, İspanya’sı, Portekiz’i, Hollanda’sı, Belçika’sı, Avusturya-Macaristan’ı ile ayakta kalmaya çalışan bir imparatorluklar manzumesi. Avrupa imparatorlukları denince ilk akla gelen emperyalizmdir.

Nitekim, Yirminci Yüzyılın başlarında, Asya ve Afrika kıtalarının %85’i Avrupa imparatorluklarının hakimiyeti altında. Çin’den, Mısır’a, Sudan’a, Avusturalya’da, Güney Afrika’ya kadar; Uganda, Kenya, Gambia, Sierra Leone, Gana, İngilizler hemen her yeri tutmuşlardır. Onları Fransızlar izler: 1840’dan itibaren Cezayir’dedirler. Tunus, Madagaskar, Fildişi Sahili, Gine, Senegal, Dahomey, Gabon, Vietnam, Fransız sömürgeleridir. Almanya, sömürgeleştirme işinde nispeten geç kalmış, en gözde yerleri rakiplerine kaptırmıştır ama Pasifik Okyanusu’ndaki Caroline ve Marshall adaları onundur. Batı Samoa onundur. Çin’in Shandong yarımadası onun sayılır. Afrika’da, Tanzanya, Togolan, Kamerun ve Güneybatı Afrika onundur. Portekiz, Angola ve Mozambik’i, Macao’yı yutmuştur. Hollandalılar Java’yı, Sumarta’yı ve Borneo’nun çoğunu.

Belçikalılar ise Afrika’nın Belçika Kongo’su denen bölümünü. Sömürge sahibi olmak güçlü olmayı gerektirir. Bu güç çelik endüstrisinin, modern gemilerin, demiryollarının, silâhların sağladığı türden güçtür. Avrupa’da bu güç 1870’den itibaren hızla artmaktaydı. Dahası, Avrupalılar, emperyalizmi haklı ve doğru kılan söylemler geliştirmişlerdi. Ne gibi? Meselâ, Darwin’den yola çıkarak, güçlü ülkelerin zayıf ülkeleri boyunduruk altına alıyor olmalarının doğal olduğunu düşünmek gibi. Kimi bu yolla Tanrı’nın dinini – Hıristiyanlığı yani – yayarak sevap kazanmaktadır. Kimileri barbar uluslara beyaz adamın üstün medeniyetini taşıdıkları için gurur duyarlar. Kimileri de ticaret yapabildikleri, fabrikalarına ucuz ham madde, ucuz işgücü sağlayabildikleri için mutludurlar. Orta sınıf, yani öğretmenler, profesörler, memurlar bir ülkenin diğerini sömürmesini gayri ahlâki bir tutum olarak görmezler. Ne orta sınıf, ne de Avrupanın belli başlı kiliseleri. Katolik olsun, Protestan ya da Ortodoks olsun, din adamları ülkelerinin emperyalist politikalarını ya desteklemektedirler ya da ve en kötü ihtimalle, hoş görürler.

Hal böyle olunca, silâhlanmaya kimsenin itirazı yoktur. Tersine, herkesin maddi ya da manevi çıkarı orduların güçlenmesinden geçer. Öte yandan kapitalizm karşıtları, sosyalistler, imparatorluk kavramını kârlarını arttırmaya çabalayan kapitalistlerin bir düzenlemesinden ibaret görüyorlardı. Örneğin, Vladimir Lenin’e göre, emperyalizm, kapitalizmin vardığı en üst noktadır. Bütün bunların konumuzla ilgisi de şöyle: Ondokuzuncu Yüzyıl emperyalizmi ve dünya lideri olmak hırsı – müdahalecilik – Yirminci Yüzyılın başlarında Avrupa’yı sağ ve sol kamplara böldü. Sağda, yurtseverlikten- ırkçı faşizme uzanan fraksiyonlar. Solda, demokrasiden-komünizme uzanan düzen muhalifi pasifistler. Çok çeşitli dünya görüşleri. Bu bölünmelerden çoğu kez birbirine düşman, sayısız siyasi parti oluştu. Sayısız siyasi parti, sayısız çözüm önerisi demek. 1929 Krizi ve izleyen Büyük Çöküntü Avrupa’yı vurduğunda, her grup kendi çözüm reçetesi ile ortaya çıktı.

Ortaya çıkmanın ötesinde kendi çözüm önerisini dayattı. Amerika’da, çöküntünün tüm ağırlığına karşın, karşıt görüşlü grupların ölesiye çatışmaları diye bir durum söz konusu olmamıştı. Oysa özellikle de kıta Avrupa’sında solcuların muhtelif fraksiyonları ile sağcıların muhtelif fraksiyonları birbirleriyle ve kendi aralarında kıyasıya çatıştılar. Almanya’daki çatışmalardan Naziler kârlı çıktılar, İngiltere’de 1929 Krizin çözümü Sosyalist İşçi Partisinin başına kaldı. Bizde “İngiltere” deyip geçmek adet olmuş. Oysa ülkenin resmi adı Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Kırallığı. İngiltere, Büyük Britanya adasındaki ülkelerden birisi, diğer ikisi İskoçya ve Gal. Onbeşinci Yüzyıl’da başlayan Sanayi Devriminin beşiği, Büyük Britanya. Fabrika sisteminin yaratıcısı. Ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde Amerika devreye girinceye kadar, gerek miktar gerekse değer olarak dünyanın en büyük sanayi mamulleri üreticisi. Aynı zamanda dünya ticaretinin lideri. İyi bir iklim, zengin madenler, gelişmiş deniz ticareti- buna bağlı olarak dünya denizlerinin kontrolu. Deniz aşırı fetihler, sömürge pazarları Büyük Britanya’nın ekonomisini güçlendiren unsurlar arasında sayılır. Bunlar kadar önemli bir başka husus da, Büyük Britanya’lıların kıta Avrupasını sarsan dini savaşlara bulaşmamış olmaları.

Daha hoşgörülü, daha özgür bir ortamda yaşamış, işlerine bakabilmiş olmalarıdır. Sınıf çatışması var, ancak çözümler kıta Avrupası ülkelerine kıyasla daha hızlı. İngiltere, 1929 Krizinin bir benzerini 1720’de yaşamış olan bir ülke. Meşhur South Sea Bubble/ Güney Pasifik Balonu hikayesi. Bu kriz de İngiliz devlet adamı Robert Harley’in başının altından çıkıyor. Dönem devletin iç borçlarının neredeyse ödenemeyecek kadar arttığı bir dönem, 1720’nin parasıyla 150 milyon dolar. Harley, bir plân yapıyor. Plâna göre, tüccarlar bu borcu üstlenecek, bunun karşılığında da Devlet onlara Güney Pasifik ve Güney Amerika ticaretini tahsis edecek. Tekel olarak. Tüccarlar, öneriyi kabul ediyorlar ve Güney Pasifik Şirketi adı altında bir şirket kuruyorlar. Şirket kurulduktan sonra Güney Pasifik’in ve Güney Amerika’nın zenginliklerini abarttıkça abartan bir hikayeler zinciridir oluşuyor. Hikayeler dilden dile dolaşıyor.

Her anlatan birşeyler ilâve ediyor. Sonunda Güney Pasifik Şirketinin hisseleri kapış kapış gitmeye başlıyor. Fiyatlar bir iken on oluyor. Sonra, bir gün, Şirketin direktörü kendi hissesini en yüksek fiyattan satıveriyor. Birkaç şirket yöneticisi de aynı şeyi yapınca, panik! Herkes satmaya başlıyor. Hisse senetlerinin fiyatları çakılıyor. Güney Pasifik Balonu patlıyor. Binlerce insan perişan oluyor. Parlamento bir araştırma başlatıyor. Ortaya çıkıyor ki, şirket yöneticileri sahtekâr. Meğer, hisse senedinin fiyatlarını yükseltmek için balonu uçuran onlarmış. “Merkantalizm,” Onyedinci ve Onsekizinci yüzyılların baskın ekonomik teorisi. Bu teoriye göre, bir ulusun bütün olarak çıkarları o ulusu oluşturan bireylerin ya da zümrelerin çıkarlarından önde gelir. Endüstri, tarım ve ticaret, ulusun çıkarları doğrultusunda yönlendirilir ve desteklenir. İthalat kısıtlanırken, ihracat teşvik edilir. Dış ticaret fazlası devletin altın stoğunun artması demektir. Büyük Britanya Devleti, denizciliğin ve ticaretin gelişmesi için ne mümkünse yapar. East India Co., Hudson Bay Company gibi dev ticaret şirketleri geliştirirler. Sömürgelerde büyük çapta hayvancılık yapılır. Yün, anavatana ihraç edilir, tekstil, Büyük Britanya’nın önde gelen endüstrisi olur. İki büyük keşif, 1765’de İngiliz James Watt’ın buharla çalışan maden çıkartma makinası, 1815’de George Stephenson’un buharlı lokomotifi, Büyük Britanya’yı tekstile ilâveten demir-çelik üretiminde de dünya lideri yapar. Ülke demir ağlarla örülür. Kapitalizmde adet kalkınmanın yükünü işçi sınıfının çekmesidir. İngiltere bu olguyu gelişimine paralel olarak en ağır yaşayan ülkelerin başında gelir. Çocuk işçiler, çok uzun saatler, çok düşük ücretler, sefil yaşam koşulları. Richard Llewellyn’in romanı “Vadim O kadar Yeşildi ki!” Galler’deki madencilerin yaşamını anlatır – 1941’deki çekilen bir de film vardır. 19. yüzyılda görkem ve sefalet bir arada yürür. Büyük Britanya’da gelir dağılımının en kötü olduğu bir yüzyıldır. İngiliz sermayesi iyi gelir getiren Amerika’ya aktığından, işsizlik zaten yüksektir.

Buna bir de kuraklık eklenip, yiyecek fiyatları yükselince işçi sınıfı perişan olur. 1836-38 yılları arasında İngiltere’de tam 63 banka batar. Binlerce kişiyi işsiz bırakır, “fakir evleri” denilen nefret edilesi barınaklarda yaşamaya zorlar. Bu yıllar aynı zamanda “patates kıtlığı”nın yaşandığı yıllardır. Patates, Amerikan kıtasının bir hediyesidir. İrlanda toprağında kolayca yetişen bu mükemmel gıda kaynağı kısa zamanda İrlandalıların kurtarıcısı olur. Hatta, nüfusları artar, sekiz milyonu bulur. Sonra bir hastalık gelir, 1845’de mahsul tek bir patates kalmamacasına telef olur. Görülmedik bir kıtlık başlar, bir milyon İrlandalı açlıktan ölür. Diğer bir milyon balıkçı gemisi, kuru yük şilebi, ne bulabiliyorlarsa artık, Amerika’ya göç ederler. O zamanlardan kalma bir söz vardır: Derler ki, İrlandalıların en büyük talihsizliği, İngiltere gibi zalim bir yayılmacı ülkeye komşu olmalarıdır. İngiliz Hükümeti gerçekten de yardım etmek için parmağını kıpırdatmamıştır. Ne İngiliz hükümeti ne de toprak ağaları. Patates kıtlığı İrlanda’nın İngiltere’den kopmasına neden olur, iki ulus arasında bugün halen süren husumeti doğurur.

Charles Dickens, “Oliver Twist” isimli romanını 1837’de yazar. Sonradan İngiltere başbakanı olacak olan Benjamin Disraili’nin “İki Ulus” adlı romanı varsıllar ile yoksullar arasındaki uçurumu anlatır. Friedrich Engels’in “İngiliz İşçi Sınıfının Koşulları” Manchester’de izlediği sefaletin üstüne kuruludur. Karl Marks’ın “Das Capital”i, Engels’in bu kitabını temel almıştır. İlk örgütlü işçi hareketlerinin başladığı yıllar da bu yıllar. Chartristler. Chartrisler, işçi sınıfına seçme ve seçilme hakkı tanınmasını isterler. Milyonlarca imza toplarla, Parlemento’ya dilekçe üzerine dilekçe verirler. Ama işe yaramaz. Kraliçe Victoria’nın askerleri ateş açarlar. 24 ölü, yüzlerce yaralı. İşçi Partisi, 1900’de, işçi sendikalarının siyasi kolu olarak kurulur. Ancak, görülmedik bir entelektüel desteği vardır: Fabian Cemiyeti. Fabian Cemiyeti, Marx’ın sınıf çatışması teorisini reddeden bir grup entelektüelin 1884 kurduğu bir cemiyettir. Ulusun üretim kaynaklarının ve araçların ortak sahipliğine ve kullanımının demokratikleşmesine inanırlar. Barışçıl ve evrimsel değişimden yanadırlar. İsimlerini de ünlü Roma Generali Fabius’tan alırlar. Fabius, düşmanla doğrudan karşılaşmaktansa, yorarak yenmekten yana olan bir askerdi. Ekonomist Sidney Webb ve eşi sosyolog Beatrice Webb, ünlü tiyatro yazarı George Bernard Show, romancı H.G. Wells, İngiliz sosyalizmin kuruları. Bir de James Ramsay MacDonald. James Ramsay MacDonald, 1929 Krizi patladığında başbakan olan adam! MacDonald, İskoç kökenli, İşçi Partisinin kurucularından. Ayrıca İşçi Partisinin ilk iktidarının ilk başbakanı. 1924’de on-onbir ay süreyle başbakanlık yapmışlığı var. Başta işsizlik olmak üzere, ekonomik sorunları çözemediği gerekçesiyle ilk başbakanlığında istifaya zorlanıyor.

Bir de, dönemin Sovyet Rusya liderleriyle fazla sıkıfıkı olmakla suçlanması var. Oysa, MacDonald, 1925 kongresinde İngiliz İşçi Partisinin komünizmi reddetmesini sağlayan adam. İngiliz İşçi Partisinin ikinci iktidarı, adamakıllı şansız. MacDonald kendisini her kafadan bir sesin çıktığı ekonomik hercümercin ortasında buluyor. İngiltere’de zaten yüksek olan işsizlik, 1929-33 yılları arasında ikiye katlamıştı. Sanayi üretimi %25 düşmüştü, ürün fiyatları da öyle. İngiltere ekonomisinin bel kemiği gemi inşa endüstrisi tamamen çökmüştü. Herkes gibi, İşçi Partisinin de çözüm önerileri vardı. Ancak, MacDonald, ilginç bir adam. Belki de Fabian üyesi olduğu için böyle. Başkanı olduğu Partinin çözüm önerilerine itibar etmektense, istifa etmeyi, Muhafazakar Stanley Baldwin’in başkanlığında Liberal, Muhafazakâr ve İşçi Partisi’nden oluşacak bir koalisyonda görev almayı tercih etti. Sınıfına ihanetle suçlandı, parti başkanlığından atıldı ama hükümette kalmaya devam etti. Yeni başbakan Stanley Baldwin, Muhafazakâr Partidendi.

Hemen hiç resmi eğitim görmemiş olan MacDonald’dan farklı olarak Trinity College, Cambridge Üniversitesi gibi İngiliz aristokrasinin gözde okullarının gözde öğrencilerinden. Onun da 1924-1929 arasında bir başkanlığı var. MacDonald’la halef selef olmuşlar. Baldwin, ilk başbakanlığı sırasında, 1926’da, genel greve giden işçilerin taleplerine kulak tıkamasıyla tanınıyor. Dahası, 1927’de sendikaların gücünü budamak üzere önlemler almaya da kalkışmış. Koalisyon hükümetinin ilk icraatlarından birisi, sterlinde altın esasını lağvetmek oluyor. Ve bu bir muhafazakar için gerçekten de ilerici bir atılım sayılıyor! Neden, çünkü klasik iktisatçılara göre bir ülkenin altın standardından vazgeçmesi “iflas” etmesi anlamına gelir. Tartışmalı bir konudur, ilerki sohbetlerde üzerinde durmamız gerekecek. Peki, nedir altın standardı? Altın Standardı, dolar, mark, sterlin, frank, lira gibi ulusal para birimlerinin belirli bir miktar altının isminden ibaret olduğu durumdur. Yani meselâ “dolar” kelimesi, aslında bir ons altının – bir ons yaklaşık 28 gram – yirmide birinin adıdır. Sterlin kelimesi bir ons altının dörtte birinin adı. Böylece bir Sterlin, bir dolardan daha çok altın miktarını temsil eder. Onun için daha pahalıdır. Para arzını böylece arttıran hükümet, gümrük duvarlarını yükseltiyor, inşaat sektörünü destekliyor. Bu tedbirler, başta inşaat, otomobil ve elektrik sektörlerinde iyileşme getiriyor. Bu sektörler lokomotif oluyor, ekonomi 1933-1937 yılları arasında düzelmeye yoluna giriyor.

İşsizlik, İskoçya ve Kuzey İngiltere’de ciddiyetini muhafaza etmekle birlikte, Birleşik Krallık halkı çöküntüden kıta Avrupa’sı kadar etkilenmedi. Almanya’da görünen kanlı ideolojik çatışmalar İngiltere’de görülmedi. Kanada ve Avustralya’ya eşit hakların verilmesi hariç, İmparatorluk’a dokunulmadı. Kıral Beşinci George’un itibarı yerindeydi. Her ne kadar oğlu Yedinci Edward iki kez boşanmış bir Amerikalı kadınla, Mrs. Simpson’la, evlenmeye kalkıştığında tahtından olduysa da, İngiltere, eski İngiltere olarak kaldı.