İTHAMLAR, HAKARETLER, ÖVGÜLER, DERSLER

İsmail, Erkin, Hilâl, Barış, Çağrı, Rengin…

“Emre Aköz, bu ‘palavra’ hakaretiyle, tazminata mahkûm olmayı hak ediyor,” diyorsunuz. Hadi, diyelim, kendisi araştırmaya üşendi, “sizi arayıp, kaynak doğrulaması yapabilirdi.” Birinci yanılgınız bu. Yapmazdı, yapamazdı, çünkü “Marine Corps” vurgusuyla İngilizce’ye hakimiyetini hatırlatan bir adam, “şehadetname” sözcüğünü es geçip, makalesini, metnin hiçbir yerinde geçmeyen “yemin” kelimesi üzerine inşa etmeye durmuşsa şayet, bileceksiniz ki, amacı, üzüm yemek değil, Batılılaştırmacı liberal aydınlarımızın “politically correct”(1) telkinlerine çomak sokmaya kalkışan bağcının “güvenilirliğini” sarsmaktır.  

Hiç sanmayın ki, şehadetnamenin sayısız kaynaklarından birini akabinde yayınlamış olmamız, beni “uydurduğu palavraları” internette dolaşıma sokan “üç beş fırlamadan” ya da “o karanlık tiplerden” biri çamurundan kurtarırken, Kürşat Bumin ve/veya Emre Aköz tipolojilerinin yüzleri kızaracak, af dilemenin bir yolunu bulmaya çalışacaklardır. Bu da olmayacak, zira, “şu anda dünyanın en büyük ordusunun askerleri”nin hamuruna ilişkin sarsıcı bir bilgiyi Türkçeleştirerek sunmak, her ne pahasına olursa olsun durdurulması gereken bir ezber bozmak girişimi faslındandır. Nitekim, “artık çok geç,” diye hayıflanmaktadır, Bumin olanı, “‘şehadetname’ yapacağı kötülüğü fazlasıyla yapmış durumda şimdiden.” Yani? Yani, “Zaman okurları (bu gazetenin Kurtlar Vadisi ilgisini irdelemek gerekir) ‘şehadetname’yi bildikleri gibi anlayıp ‘Ben de ‘marine’ olmak istiyorum’ diye çoktan ayağa kalkmış bile…” Tercümesi: Zaman okurları, anneleri tarafından sakınılması gereken özürlüler olup, en ufak bir tahrikte kalkınabilecek nitelikte insanlardır. Bundan daha vahimi, “kötülük akan ‘şehadetname’”nin sahiciliğinin kanıtlanması, bu ülkede yeni bir farkındalığın yaratılması anlamına gelebilir. Neresinden baksanız, 21. yüzyılın en güçlü silâhıdır bilgi ve er ya da geç, gerçeklerle silâhlanabilir, yüreklerindeki savaşçıyı uyandırmaya soyunabilirler insanlar. O halde, Erkin’in demesiyle “yüzünü çağının gerçeklerine dönüp, kötülüğün gözlerinin içine bakabilen” birilerinin serpilmelerine izin verilmemeli, öğretilmiş çaresizliğin bu topraklarda hüküm sürmeye devam etmesi sağlanmalı, yitirdiğimiz özgüvenin yeniden tesis edilmesine engel olunmalıdır. 

Bu konuda fevkalâde başarılı olunduğu yadsınamaz. “İnsanlar ‘Mega Machine’i yıkmayı hayal etmeyi bıraktı,” diyor, Erkin, “Onu ‘default’ (hatta de facto) olarak kabul ediyor herkes, ucundan bir parça kopartmayı veya zarar vermeyi bile denemiyor kimser. Herkes sistemin içinde doğuyor ve sistem için çalışmayı hayal ediyor – onsuz bir yaşamı hayal eden ütopyalar bile son yıllarda hiç yazılmıyor neredeyse. İnsanların para ve iktidar hırsıyla davranmadıkları her ütopya ‘çocukca’ kabul ediliyor ve üzerinde konuşmaya değer bulunmuyor. Bu durumda hayal etme gücü ve isteği elimizden alınmış durumda. Bırak, ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın lâfını,’ artık insanlar ‘biz, yılanın midesindeki asalaklarız, yılan ölürse biz de ölürüz’ diyorlar.” Ey, hayatı göğüslemeye gelince, sıradanlaşan Aközleri, Buminleri ülkemin! Ne zaman ayacaksınız tek kutuplu dünyanın genç dimağlardaki yıkıcı etkilerine? De ki, aydınız, yüreğinizde savaşçıyı uyandırmaya gücünüz yetecek mi?

Barış’ın Erkin’e tümüyle katılmaması refahlatıcı: “Bu ‘megamachine’ konusunu edebiyat alanında çok fazla takip edebildiğim söylenemez. Ama sana son on senede vizyonda olan üç film söyleyebilirim. Fight Club, American Beauty ve Matrix. Fight Club’da finans merkezlerinin bombalanması radikal, American Beauty’de daha naif ama bence daha etkili ve nihayet Matrix’te çok doğrudan bir biçimde ‘Megamachine’e saldırıldığını düşünüyorum. Bu filmlerin hepsi de kült filmler arasına girmiştir. ‘Ama bu filmler sadece saldırmıştır, yıktığının yerine alternatif göstermemistir diyorsan ona, katılırım.”  

Hayal etme gücü ve isteği elimizden alınmış durumda, öyle mi? Nasıl alınmasın ki? “Gençlere ‘viril’ olmak zorunda olduklarını, bu doğrultuda bir cesaretle donanmaları gerektiğini hatırlatıyor” olmanın estirdiği fırtınaya bakar mısınız? Nasıl bir telkini alkışlardınız, Kürşat bey? “Viril” değil, “sümsük” ol, ey Türk genci! Gözlerini yerden kaldırma, dünyayı tanıma, bilme ki, maskarası olasın! Bu mudur? 

Neyse ki, Barış’ın “ilkel komunizm üzerinde parlayan hayal” ütopyası hâlâ diri. “Aklımdan kesinlikle ‘hilâl’ geçiyordu fakat ‘hayal’ yazmışım,” diyor, “Çok hosuma gitti doğrusu. Bilinçaltımın oynadığı oyun :)” Buna karşın, Barış değil, Erkin haklıysa, Batılılaştırmacı liberal, çağdaş aydınlarımızın bir sonraki hamleleri sadece Alatlı’yı değil, “kötülük akan ‘şehadetname’”nin özgün kaynağını da “gözden düşürmek” olmalıydı. Öyle de oldu. İbretlik şehadetnameden “Deniz Piyadelerine ilham veren… gerçekten sevdiğim bir şiir” diye bahseden, internette uzun saatler aradıktan sonra “tonlarca”sını bulmayı başardığı benzeri mesajlarının arasından seçtiğini söyleyen Amerikalı genç tertibin başına patladı kabak. O gece annesiyle birlikte karargâhdaki “Aile Gecesi’ne katılacaklarını” sevinçle bildiren marine adayını, ne idüğü belirsiz “piyadenin biri” olarak hükümsüzleştirirlerken, delikanlının özel blogunda “döktürdüğü satırların tanıklığını” marjinalleştirmeye durdular.  

Kim bilir, belki de “dünyanın en büyük ordusunun askerleri”nin hamurunun yoğrulmasında “ilham veren bir şiirin” yerini hiçbir resmi yeminin tutamayacağını anlamışlardır. Amerikan Deniz Piyadelerinin “kötülük akan ‘şehadetname’”lerinden çok, onu gündeme taşıyan makaleden gocunmaları bundandır. Rengin’in, mesela, “Bence Alev Hanım, siz de özellikle yazıdığınız bu son yazıdan sonra bir özeleştri yapmalısınız, bunu sizden rica ediyorum” uyarısına zemin hazırlamaları da cabası. “Siz de” vurgusu bile, “kötülük” üretmekte şehadetnamenin ikinci plâna atıldığının kanıtıyken, “Buradaki okurlarınızın tezahüratlarına kapılmadan, bu özeleştiriyi yapmalısınız…” diyor. Okurların tezahüratına kapılmak, öyle mi? Rengin’i tanımasam, adımı birileriyle karıştırdığını düşüneceğim! Hatırlarsanız, en esprili mektuplardan birisi adını “Marcel Proust” diye imzalamış olan bir okurdan geldi:  

“Faşizm böyle birşey işte!” diyordu. “Ben de ‘marine’ istiyorum, ben de destan istiyorum, Amerikalılar yerine dünyaya benim ırkım hükmetmeli… Bu hanımefendinin derdi, tasası bu ve kendisi ‘gerçek’ aydın… Savulun bizim Ernst Junger’lerimiz geliyor, Alev Alatlı, Nihat Genç ve daha niceleri, savulun geliyorlar!” 

Kavminin “mağdurlar” olduğunu söyleyen(2) birisi için, ne hoş bir temenni değil mi, Amerikalılar yerine ezilmişlerin hükmetmeleri dünyaya? Şimdi bir de bu yorumun Kürşat Bumin tarafından kesilip-biçilmiş haline bakın: “Okur mesajları”ndan birisi özellikle ilgimi çekti. Bu dikkat çekici mesaj, memlekette ‘enteresan’ arzuların belirdiğine işaret ediyordu. Şu mesaj yani: ‘Ben de ‘marine’ istiyorum, ben de destan istiyorum. Amerikalılar yerine dünyaya benim ırkım hükmetmeli. Bu hanımefendinin derdi, tasası bu ve kendisi ‘gerçek’ aydın… Savulun bizim Ernst Jünger’lerimiz geliyor, Alev Alatlı, …. ve de niceleri savulun geliyor…” 

Koskoca adamın okuduğunu anlamaması mümkün mü? Değil elbet. Ar damarı çatlamaya görsün, yapamayacağı hile yok insanoğlunun! “Mesajın sadece ilk bölümüne değil, Jünger’ler isteyen ikinci bölümüne de dikkat!” diye sürdürüyor, “Alev Alatlı’nın Jünger’liğini tartmak, bu konuda laf etmek benim işim değil. Ama demek ki, ilk romanında ‘cephe’nin cazibesinden de söz eden, Nazilere yaklaşan ve sonunda bireysel anarşizmde karar kılan Jünger’in benzerlerine kavuşmak isteyen okur da var artık memlekette… ‘Milli Edebiyat’ın inceltilmesi zamanının gelip geçmekte olduğunu dile getiren okur yani…” 

Harcıalem bir psikolojik savaş taktiği: hasmının önüne tuhaf bir cisim fırlat, o cismin ne olduğunu anlamaya çalışırken, sen nihai darben için zaman kazan. Şekilde görüldüğü gibi, bu defa Ernst Jünger isimli Birinci Dünya Savaşı kahramanıdır, o “tuhaf cisim.”  

Özeleştri önermişti ya, Rengin, yapalım bakalım: “Kurtlar Vadisini saatler süren reklamlara dayanamadığım için izlemedim, ama DVD’sini gördüm. Türk sinemasının belki de ilk kez, marjinal olmayan kaygılara seslenebildiğini düşündüm. Bu kaygılar, esas itibariyle Erkin’in dillendirdiği kaygılar olmakla birlikte, RTUK’ün suç oluşmadan suç isnad etmeye yani dizi yayınlanmadan yayınlanmamasına karar vermesinin faşizan bir tutum olduğunu düşünüyor, ‘Batılılaştırmacı liberal’ aydınlar desteğinde, ciddi bir otosansür mekanizmasının kurulma hazırlıklarının yapıldığı endişelerine katılıyorum. Bu otosansür, tek kutuplu dünyanın kaçınılmaz bir veri olduğunu telkin eden “politically correct” değerlerin toplamından oluşacaktır diye düşünüyorum. Barış, dizinin yayından kaldırılmasını “tam da Polat’ın deşifre etmeye çalıştığı oyunun bir parçası olarak değerlendirdiğini” söylüyor. Bunu bilemiyorum. Bildiğim, “Jack Bauer’ın yüksek Amerikan çıkarlarının korunması adına ‘Başkan’a bile işkence yapmaya hazırlanırken seyrederken, Polat Alemdar’ın ‘sakıncalı’ bulunarak yasaklanması”nın en derin korkularımı teyit ettiği. “Evet, Uma Thurman, elinde Hanzo’nun kılıcı, Tokyo’nun yarısını biçtiğinde şiddetin görselliği diye 5 üzerinden 5 yıldız verenlerin,” Kurtlar Vadisini şedid bulup “kınamaları”nın ikiyüzlüden öte, hastalıklı bir ruh haline işaret ettiğini düşünüyorum. 

Anlayamadığım, başta Caner, çoğu okurun, Polat’ın “benim ‘yiğit’ tanımımla çakıştığı bilgisini makalenin neresinden çıkardıkları? “Kendi adıma ben Polat karakterini ‘yiğit’ bulsam da, bunun bile ‘fuzzy’/kırçıl olduğunu biliyorum,” diyen Erkin’e katılıyorum. Sorumluluk alıp birşeyleri düzeltmek için yanlış yapma, kınanma olasılığını göze alan adamı severim. “Ama işleri ‘Polat Alemdar’a havale etmeyen, onun hayaliyle avunmayan, yüzünü çağının gerçeklerine dönüp, kötülüğün gözlerinin içine bakabilenleri daha çok severim.” Kurtlar Vadisi emekçilerine duyduğum sevgi de bundandır. Siz bakmayın Bumin’in “Türk Milleti’ne Söylev” diye çarpıtmış olmasına – dediğim gibi ar damarı çatlamaya görsün, yapmayacakları hile yoktur. 

“Türk Milleti’ne Söylev” değil, arı kovanına çomak sokmayı göze alan yürekli sanatçılara, gönül borcu: “…akranlarınızın, çağınızın, Gerçeklik’in payınıza düşen kadarıyla da olsa, hakkını verin. Dil, din, ırk, cinsiyet ayırımının tuzağına düşmeden, zamanınızın en yetkin bilginleriyle, sanatçı ve filozoflarıyla dostluk kurun. Mahrem düşüncelerinizi aşkın zekâlarla paylaşın…” ve gerisi.  

(1) siyasi konjönktüre uygun, genelde kabul gören 
(2) bkz. 17 Şubat 2007, Zaman