KAFKAS'A HÜKMET

Rusya Federasyonu’nun en küçük ve en kalabalık cumhuriyetlerinden birisi, Osetya. 8,000 km. karelik bir alana ki, 50×360 gibi düşünülebilir, yüz ayrı millet sıkışmış, kilometre karede 81 kişi. Ana yolların kavşağında yer alıyor, Transkafkaslar ile Avrupa arasında köprü niyetine kullanıldığından, tarih boyunca rahat yüzü görmemişler. Persler, Hazarlar, Araplar, Hunlar, Moğollar, Romalılar, Ruslar, Türkler birimiz gelmiş, birimiz gitmişiz. Daha doğrusu, hepimiz gelmiş ama galiba hiçbirimiz gitmemişiz, çünkü küreselleşen CNN dünyasına rağmen küçücük ülkede 40 ayrı dil konuşuluyor. Araplar, bölgeye “Diller Dağı” derlermiş ki, bence çok haklılar, küçücük komşu Dağıstan’da bile 36 dil konuşuluyor.

Öte yandan, Rusya Federasyonu’nun en gelişmiş cumhuriyetlerinden birisi, bir yeryüzü cenneti. Elektronik eşyadan, plastiğe varıncaya kadar 130 dev sanayi tesisi, petrol, doğalgaz, altın ve gümüş madenleri var. Dağlarından köpüren sular, elektrik üretimine elverir, 250’den fazla olduğunu söyledikleri pınarlarından dünyanın en iyi maden suları fışkırır. Ormanlarında kereste, dağlarında keçi ve koyun sürüleri, vadilerde en kalitelisinden mısır. 4 üniversite, 13 yüksek okul, ünlü Suvarov Askeri Akademisi’nden de ünlü futbol takımları, Spartak, Olimpiyat şampiyonu atletizm takımı, Himalaya şampiyonu dağcıları, tiyatrolar, müzeler, senfoni orkestraları, Devlet Sanatçıları.

Buna karşın bugün 300 bin nüfuslu küçücük başkent Vladikavkaz, iki saat mesafedeki Çeçenistan’dan kopmuş gelmiş hemen hepsi Rus 130 bin göçmenle cebelleşiyor. Çadır kentler 1989’da Edirne’ye sığınan Bulgaristan Türklerinin hallerini hatırlatıyor. Şu farkla ki, Edirne’de, Katolik “Sacred Heart,” İncil-i Şerif bezirgânı “Salvation Army” gibi misyoner kuruluşlar yoktu. Burada sanki dünyanın tüm iyiliksever sivil toplum örgütleri toplanmış. 

Vladikavkaz ismi, aslında bir emir cümlesi: “Kafkas’a hükmet!” Emri veren Deli/Büyük Petro. Kafkasların Ruslaştırılması hareketini tamamlayan, Büyük Ekaterina. Bir emir cümlesinin Osetya-Alanya’nın başkentine “isim”dir diye verilmiş olması, psiko-dilbilimcilerin incelemeleri gereken başlı başına bir Rus olgusu ki, ruhsal yapılanmalarına ışık tutsa gerek. Başkaları da var: Vladivostok, meselâ “Doğuya Hükmet!” demek. Bir an, İstanbul’un adını “Vladizapad!” ya da “Vladikıristiyane!” diye değiştirdiğimizi düşünmek ne garip! Nerede oturuyorsunuz sorusuna “Batıyahükmet!” veya “Hıristiyanlarahükmet!” şehrinde oturuyorum diye cevap verdiğinizi düşünün! Yeri gelmişken, Çeçenistan’ın başkenti Groznî de Rusça “çirkin” demek, çirkin ve korkunç. 

Vladikavkaz’ı, 1784’de bir kale/şehir olarak kurulmuş. Rusya, burada hareketle hatlar kurarak ilerlemiş, Gürcistan’ı ilhak etmiş Transkafkasya’da egemenliğini sistemli bir biçimde pekiştirmiş. Kale/şehirler zamanla askeri ve ticari merkezlere dönmüş, Kuzey Kafkas kentlerini oluşturmuş. Buna karşın, direniş anında başlamış. Rusya, asker yığarken, Nakşibendi ve Kadiriye tarikatlarının müridleri, işgalcilere kan kusturmuşlar. 

Çeçenlerin “aşırı bağımsız” bir halk oldukları hususunda onları seven, sevmeyen herkes hemfikir. Rus egemenliğini hiçbir zaman kabullenmemiş olduğu bilinen bu başına buyruk ulus, Kafkasa hükmet fermanından bu yana savaşıyor. 1783’den itibaren Şeyh Mansur, İmam Hadis gibi efsaneleşmiş isimler, Ruslara nefes aldırmıyorlar: “Rusların bakışları sahte, sözleri yalandır. Onları içerde ya da dışarda nerede bulursak, cebren ya da hile ile öldürmeliyiz ki, sürüleri dünya yüzünden silinsin; zira bitler gibi çoğalırlar ve Muhan steplerindeki yılanlar kadar zehirlidirler…”

Dağıstan’da Gazi Muhammed’le başlayan, İmam Hamzat ve Şeyh Şamil’le devam “İmamlar Dönemi” sürecinde direniş, tam 25 yıl, kesintisiz devam ediyor. Savaş “Dağıstan Arslanı” Şeyh Şamil’in esir düşmesinden sonra da sürüyor. Çarlara ne kendisi boyun eğmiş, ne de müridlerinin boyun eğmelerine izin vermiştir: “…Uyarıma kulak tıkayıp keten-saçlı hıristiyan köpeklerin sizleri de ayartmalarına izin verirseniz, bilesiniz ki… askerlerim avullarınızın tepesine kara bulutlar gibi çökecek, iyilikle vermediğinizi zorla alacaklardır… dehşet, yıkım, kan peşimden gelecek, çünkü kelimelerin yetmediği yerde, eylem konuşur!” Lenin, burjuvaziyi hoşgörmeye ne kadar yanaşmışsa, Şeyh Şamil de Moskof gâvurunu hoşgörmeye o kadar yanaşmış. Ona göre, hiç bir mukaddesi olmayan, etrafta tanık olmadığı sürece herşeyi yapabilecek bir “tabii afet” ve “yarı-şeytan”dır, Rus. 1860’da Kadı Ataev Atabiy, sonra 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı’nda Şeyh Şamil’in naiblerinden Simsirir Ali Bek, daha sonra 1913’te öldürülen Abrek Zelimhan’ın isimleri unutulmuyor.

1854’de Çeçenistan petrolünün peşindeki diğer bir devletin, Büyük Britanya’nın bölgede incelemeler yapan Lord’u, “Kafkas kişiliği, yarı-vahşi dağlılara özgü iyi ve kötü unsurların tümünü içerir,” diye yazıyor, “Cüretkârlık ölçüsünde cesur, eşi görülmemiş biçimde sadık, savaşta şövalye, haksızlığa uğradıklarını düşünmedikleri sürece sözlerinin eridirler. Günlük yaşamlarında sevecen ve mülâyim, düşman ya da yabancılar söz konusu olduğunda, kan dökücü ve paragöz.” Vladikavkaz’dan bu yana, Çeçenler önlerine çıkan her bağımsızlık fırsatını değerlendirmeye çalışmış, isyanları sayıca kendilerinden çok üstün hasımlarının zayıf zamanlarına denk getirmeye gayret etmişler.  

Bolşevik ihtilâli, bağımsızlık heveslerini bir kez daha körüklemiş. 1918’de Kuzey Kafkasya Cumhuriyetini kurmuşlar ve anında “Rusya bölünmez” sloganı ile gelen Beyaz Ordu’nun saldırısına uğramışlar. Yardım için Dağıstan’a kadar gelen İsmail Paşa kumandasında Osmanlı ordusunun geri çekilmek zorunda kalmasının yarattığı düş kırıklığı geçmeden, Beyaz Ordu çekilmiş, bu defa Kızıl Ordu’nun işgaline uğramışlar. 1930’da tekrar diriliş, tekrar yenilgi. 1936’da, Yeni Sovyet Anayasası uyarınca özerk cumhuriyet olduk, demeye kalmadan, İkinci Dünya Savaşı patlamış, Almanlar gelmiş. Ruslardan kurtulmanın bir yoludur diye Nazilerle birlikte hareket etmişler, “ihanet”leri Orta Asya’ya sürülmeleri ile sonuçlanmış.

Çarlar gibi Sovyet liderleri de Çeçenistan’da tam bir kolonizasyon politikası izlemişler. Çeçen halkının ekonomik ve kültürel gelişimi engellenmiş. Bir zaman Çeçenlerin Grozni şehrine girmeleri bile yasaklanmış. Çeçenleri, tarıma elverişli olmayan dağlık bölgelere sürmüşler. Ovalara Kazakları getirmiş yerleştirmişler. 1940’dan önce, Çeçenistan, SSCB petrolünün yarısını üretirmiş, bugün bu rakam yüzde bir bile değil ama petrol hâlâ orada, dahası, Hazar petrolleri de ülke üzerinden naklediliyor. Bir hesaba gore Hazar havzasında dört trilyon dolar yatıyor ki, dünya GSMH’sinin çok önemli bir yüzdesi. Hal böyle olunca, ne Rusya’nın Çeçenistan’dan vazgeçmesi olası, ne de Çeçenistan’ın bağımsızlıktan. SSCB’nin dağılma sürecinde bir kez daha ayaklanıyor, 1991’de bağımsızlıklarını ilân ediyorlar. Bu defa, Cohar Dudayev’in önderliğinde ki, kendisi, Sovyet Hava Kuvvetleri generalidir. “Rus Güvenlik Konseyi’nin Dudayev’in ordusuna ‘gangster güruhu’ dediğine bakma,” diyorlar, “General Dudayev ve çevresi, Sovyet Ordusu’nun yetiştirdiği en iyi askerlerdir. Bizi, bizden iyi tanırlar.” 

Rus Savunma Bakanı Graçev, tek bir paraşüt alayının Dudayev’i alaşağı etmeye yeteceği kanısındaymış ama doğrudan müdahale etmektense, Rusya yanlısı muhalefeti örgütlemeyi denemişler. Ne ki, olay geri tepmiş, verdikleri silâh ve mühimmat bağımsızlık yanlısı Çeçenlerin eline geçmiş. Öte yandan, Rusya, en karanlık günlerini geçirmektedir. 1992’de enflasyon %1350 küsur, devlet hazinesi hemen tümüyle boş, vergi toplayabilmek için petrol, alkol, tütün, havyar, uyuşturucu, silâh gibi ekonominin en kârlı sektörlerinin mafyanın eline geçmesine göz yummak durumunda kalmışlar. İnsanlar, para bulmak için herşeyi yapıyorlar, bunlara Rus ordusu da dahil.  

1993’de Kızıl Ordu’da altı bin beş yüz hırsızlık hadisesi kayda geçmiş, satılanların arasında tanktan, tüfeğe, nükleer malzemeye kadar olmayan yok. Cesium-137 diye kilosu bir milyon dolar olan bir maddeden bahsediliyor, sonra, Lityum-6 diye başka birşeyden ki, onun kilosu da on milyon dolarmış. Başlıca müşterileri, Kuzey Kore, İran ve Libya’ymış, aracılar ise Çerçenler. Silâhlı kuvvetlerini destekleyecek her işe giren Çeçenlerin bir yandan hırsızlama mallara aracılık yaptıkları, diğer yandan da milyonlarca dolarlık yasadışı geliri akladıkları, ülkenin mafya sığınağına dönüşmesine izin verildiği iddia ediliyor. Adları “ganster devlet”e çıkıyor ama kimine el koydukları fakat çoğunu satın aldıkları silâhlarla, kendilerine güçlü bir ordu düzmeyi de başarıyorlar. O yıllarda Rusya’nın elinden olayları seyretmekten pek fazla bir şey gelmiyor. 

Çeçenistan’a sevkedilen birlik, İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler’e dünyayı dar eden ünlü Kantemirovskaya Tank Tümeni. Kantemirovskaya, 1994 Aralık’ında “Çeçenistan’da anayasal düzeni hakim kılmak ve Rusya’nın toprak bütünlüğünü korumak, Cumhurbaşkanı Dudayev’i makamından indirmek” üzere giriyor. Böylece, “Çeçenlerin bağımsızlık isteklerini sindirilecek, Rusya Federasyonunun bölgedeki ekonomik ve siyasi egemenliği yeniden tesis edilecektir.” Ama evdeki hesap çarşıya uymuyor. 28 Mayıs 1996’da, Temmuz seçimlerinden iki ay kadar önce, Boris Yeltsin, Grozni’de Rus askerlerine, “Kazandınız… Asi Dudayev rejimini yendik” derken, 27 Kasım’ında, Kommersant gazetesi, Başkan’ın Çeçenistan’da kalan son iki tümeni çektiğini, ve teslim antlaşması imzaladığını haber veriyor. 

Yaklaşık iki yıl süren kirli bir savaştan sonra arkasında on binlerce ölü, hemen tümüyle viraneye dönmüş bir Çeçenistan ve iki yüz bini Rus üç yüz elli bin göçmen bırakan Kızıl Ordu, geri çekilmek zorunda kalıyor. Ruslar açısından büyük bir hezimet olan bu durumu ‘89’da Doğu Avrupa’dan çekilen Sovyet kuvvetlerinin bütçelerinin tankların onarımının dahi yapılamadığı seviyelere tırpanlanmış olmasıyla açıklıyorlar. Afganistan hezimetinden de hiçbir ders çıkarılmadığı söyleniyor. Örneğin, Sovyet ordusunun ‘Rus’ ordusuna dönüştüğü 1992’den sonra tümen seviyesinde tek bir tatbikat yapılamamışmış. Dahası, Çeçenistan’ı işgale gönderilen kıtalar, Rusya’nın hemen her yöresinden derlenen kıtalarmış. Ve askerlere Yeltsin’in 1992 tamimi doğrultusunda kendi halklarına karşı silâh kullanmayacaklarına dair yemin ettirilmişmiş. Çeçenistan, Rusya Federasyonu’nun bir parçası sayıldığından ateş etmeleri yasal değilmiş ve askerler geçmiş tecrübelerinden bilirlermiş ki, gün gelir savaştıkları için divanı harbe bile verilebilirlermiş.” 

Bu son olaya kadar Rusya’da Çeçenistan vahşetini kınamayan aklı başında kimse yoktu. Ve “vahşet” duruma en uygun kelimeydi. Rus ordusunun sivil asker ayırdetmeksizin bombalıyor, Çeçenistan’da taş üstüne taş bırakmıyor ama daha da kötüsü, talan ediyor, iğfal ediyor ve akla gelebilecek her türlü savaş suçunu işliyor olduğu anlatılıyordu. Meğer ki, fanatik olsun Rusya’yı bu bağlamda savunan hemen kimseye rastlanmıyor. Örneğin, Tolstoy’un aynı isimli hikâyesinden mülhem Kavkavskî Plevnik/ Kafkas Tutsağı isimli ödüllü filmin ünlü yönetmeni Sergey Bodrov Rus askeriyesinin kaba, sömürgeci tutumu ve yozlaşması ile kıyaslandığında, Çeçenistan’daki gerçek haydutların Rus askerleri olduğunu söylüyor. “Çeçenistan’daki olan bitenler için Rusya’yı değil, askeriyeyi suçluyorum.” Bodrov’un filmi, Çeçenlere esir düşen er Vanya ve onun Rusya’ya olan güvenini tümüyle yitirmiş takım kumandanı Saşa’nın hikâyelerini anlatıyor. Bodrov, Kafkaslar’da yaşamı, Ortaçağdan kalma, saf, temiz, aşıkâne ama Şeyh Şamil’in dağları kadar sert ve yasaklayıcı, buna karşın, aile onurunun, kan bağlarının yitirilmediği, kanın yerde bırakılmadığı bir yaşam olarak sunmaktan çekinmiyor. 

Öte yandan Siri Lill Mannes isimli Norveçli bir gazetecinin anılarını kaleme aldığı KGB özel kuvvetlerinden Aleksandr Voda’nın öyküsü var. Voda, Moskova’da iki yüz kişinin ölümüyle sonuçlanan ve Çeçenlerin sorumlu tutulduğu bombalama olayından sonra Çeçenistan’a terörist haydutlarla savaşmak üzere gönüllü gidiyor ve savaşın karanlık yüzüyle tanışıyor: işkenceler, idamlar, içki, gasp, hırsızlık, sansür. “Rus sömürgeciliğinin yakın gelecekte dirileceğinden korkanlardansanız, Voda’nın Rus ordusu hakkında söylediklerini duyunca rahatlıyorsunuz, değilseniz, anlattıkları dehşet verici,” diyorlar, “Askerler, tümüyle dağıtmış durumdalar. Onsekiz yaşında gençler savaşa hiçbir eğitim görmeden gönderiliyorlar. Alkol tüketimi tavan yapmış ve kimsenin umurunda değil. Koğuşta gaspçı, sarhoş silâh arkadaşlarının yanında uyumaktansa, dışarda sahrada uyumak evlâ. Her komuta kademesinde savaşın tek bir anlamı var: zengin olmak. İster sivillerin evlerini boşaltmalarına nezaret eden bir onbaşı ol, ister rehineleri korumakla yükümlü bir teğmen, ister Çeçen gerillalarla kârlı bir petrol satış antlaşması yapan kıdemli bir subay, birinci hedef, para. Yolsuzlukla savaşmak için orada olanlar bile bu düzenden nemalanıyorlar.” Kaleme alınan anılarına gore, Aleksandr Voda, bunların hepsini görmüş, hepsini biliyor. “İhanet de var. Savaş devam ediyor görüntüsü vermek için, Ruslara kendi kıtalarına ateş açmalarının emredilmesi, ihanet değil de, nedir? Generallerin Moskova’ya gönderdikleri raporlara yazmak için daha çok ölü – Çeçen ve Rus ölüsü – istemelerine başka ne ad verilebilir?” Voda, bunlara da şahit olmuşmuş. Bir defasında karargâha ateş ederken yakaladığı adamlar FSB’den çıkıyorlar. Adamlar, Aleksandr’a kızıyorlar, “Sen ne yaptığını sanıyorsun? Burada durmuş sana para bulmaya çabalıyoruz, sen de bize ateş ediyorsun!” Voda, apışmış kalmıştır, “Ne demek istiyorsunuz?” El cevap, “Savaşıyor sayılman için yaralanman gerekiyor. Ancak, böyle savaş tazminatı alabilirsin. Hâlâ anlamadın mı?” 

Öte yandan, Cahar Dudayev’in 1996 Nisanında şehit olmasından sonra Çeçen birliği bozulmaya durmuş. “Askeri zafer kazanıldı ama ülke ambargo altındaydı,” diyorlar, “Aslan Maşkadov hükümetinin taş üstünde taş kalmamış ülkesini ayağa dikecek kaynakları yoktu. Vergi toplanamayınca, serbest pazarın orman kanunlarına boyun eğmek zorunda kaldı. Hükümet, geleneksel görevlerini yerine getiremedi, hak ve adaleti gözetemedi. Vahabiler, bu dönemde geldiler, tımarlar kurdular. Vahabiler, bir süre mafyanın ve eşkiyalığın karşısındaki en sahici güçlerden biriydiler ama yerel halkın çoğu şeriat yönetimine karşı olunca, asayiş büsbütün bozuldu. Umulanın tersine, mafyanın ve eşkiyalığın yeşermesine fevkalâde müsait bir ortam doğdu. Uzaklardaki yalnız çiftliklerin yağma edildiği, her türlü kaçakçılığın mübah sayıldığı bir talan ekonomisi gelişti. Çoğu yabancı, yüzlerce insan kaçırıldı, milyonlarca dolarlık fidye karşılığı ya salındı ya da salınmadı, öldürüldü. Son tahlilde ve başlangıçtaki iyi niyetlerine rağmen, Çeçenistan, yavaş yavaş çağdaş dünya sisteminin kapsama alanı dışına itilen, yönetilemez bir arazi parçasına dönüştü.” 

“Yenik devlet” hükümet birimleri ve diğer sivil kurumları tamamen çökmüş olan devlet anlamına gelen bir kavram. Günümüzde Çeçenistan, Afganistan, Sırbistan ve hatta Rusya Federasyonu’nu, hükümet organlarının ve sivil kurumlarının dağılmasına seyirci kalmak durumunda kalan “yenik devlet”lere örnek gösteriyorlar. Etnik temizliği önleyemeyen Yugoslavya, narkokapitalizmle başedemeyen Latin Amerika, kıtlık ve iç savaşı durduramayan Somali, devletin soykırımı bizzat örgütlediği Ruanda ve Irak’ı da yanı fasıldan sayılıyor. “Yenik Devletler”de yaşanan hayatlar çirkin, kaba ve kısayken, ekonomik faaliyetlerinin bütününü yasadışı ticaret teşkil ediyor. Çeçenistan gibi yenik devletler, “bağımsızlıkla anarşi, yasallıkla yasadışılık, modernite ile kaos arasında gidip gelirlerken, jeopolitik karadelikler” oluşturuyorlar.  

Kafkasların anarşiye yenik düşmelerini dünya jeopolitiğindeki yapısal değişiklere bağlayanlar da var. 1947-1992, Soğuk Savaş’ın geliştirdiği küresel oyunlar, Amerika ve SSCB’nin söz geçirebilecekleri karakol devletler edinmeleri, bunlarla stratejik ortaklıklar kurmaları ki, bunlar çoğunlukla otoriter rejimlerin hakim olduğu, zayıf devletlerdir. SSCB’nin çökmesiyle birlikte özde istikrarsız olan bu devletlerin koruyucu şemsiyeleri de yokoldu, büyük çoğunluğu lidersiz, düzensiz, yönetimsiz kaldılar deniyor. Ekonomik çöküntü, kaçakçılığı teşvik etti. Kaçakçılık komşu ülkelerin asayişini de bozdu. Buralarda insan organlarından, zehirli atıklara, nesilleri tükenmekte olan hayvan türlerinden çocuk pornosuna kadar, her şey satılıktır. Halklar, göçebe ve sığınmacı yaşamlara sürüklendi, Vladikavkaz’da olduğu gibi, uluslararası sivil toplum örgütlerinin vesayetleri altına girdiler. Çeçenistan, komşularının korktuğu, kendi halkının terkettiği bir ülkeye dönüştü. 

Rusya’ya gelince: üstüste yaşadığı facialara bir de 1999 Mayıs’ında, Bakû-Supsa petrol boru hattının, üstelik Batılıların onayıyla, açılması eklenince, önemsizleştirildiğini hissetti, ve içerledi. Aynı yılın Kasım ayında Türkiye, Azerbeycan, Gürcistan, Rusya’yı atlayıp, Bakû-Ceyhan arası bir ikinci hat inşa etmeye karar verdiklerinde bu duygusu daha da perçinlendi. Söz konusu hattın NATO’nun koruması altına alınması gündeme gelince, girişimi, Kafkaslar üzerindeki etkisini yoketmeye yönelik siyasi saldırı olarak algıladı. Aynı yılın yazında Şamil Basayev’in Dağıstan’a girmesi, büsbütün telaşlandırdı. Basayev’i durdurdular ama Kafkas hükümranlıklarının sonunun gelebileceği korkusunu atamadılar. Yine o yıl, apartmanların bombalandığı, iki yüz kişinin öldüğü terör olayı var. Katliamı Çeçen haydutların yaptığına dair hiçbir zaman kesin delil bulunamadı, hatta, apartmanlardan birisinin bodrumuna “birşeyler” yerleştirirken yakalanan FBS subayları oldu. Polis yerleştirilenin “şeylerin” bomba olduğundan emindi, subayları tutukladı ama ispat edemedi. 

Gazeteci Andrey Babitskî, “Vahabi teröristlerin hiç tanımadıkları insanları havaya uçurmaktan çekinmeyecekleri muhakkak,” diyor, “ama aynı kafa yapısı, KGB artıkları için de geçerlidir.” 

Ne ki, 1989’dan bu yana öylesine bunalmışmış ki, Rus halkı, bir de Çeçenlerin hakkını gözetmekle uğraşamamışlar. Vladimir Putin, “biri gelsin de bütün bunlara son versin” diye beklenilen güçlü adam olarak ortaya çıkmış. 

“Vladikavkaz’ı Çariçe Ekaterina kurdu, Çar Putin yaşatacak,” deniyor, “Yeryüzünde bir tek Çeçen bırakmamak pahasına da olsa, Rusya, Kafkaslara yeniden hükmedecek.”