KİTAPLI DİNLERİN KARŞISINDAKİ EN BÜYÜK TEHLİKE OLARAK “NEW AGER”LAR

Kadından rahip olur mu, piskoposluğa, başpiskoposluğa atanabilirler mi? Günümüz Hıristiyan dünyasının önde gelen meselelerinden birisi bu!Geçenlere vefat eden Papa İkinci John Paul’un kadınların cüppe giyinmelerinin söz konusu olamayacağını söyleyerek konuyu kapatmış olması normal, çünkü, malûm olduğu üzere Papalık, İsa’nın havarilerinin sülbünden geldiği kabul edilen bir kurumdur. Ve Hırisitiyan öğretisinde kadının yeri kilisenin sessiz bir köşesinde sessizce oturmaktan ibarettir.

Bakın, İkinci John Paul’un atası Havari Pavlus kadının konumunu nasıl tamamlar:

“Sessiz durmalı kadın kilisede. Arkalarda, göze batmayacak bir yerde oturmalı. Varsa öğrenmek istediği bir şey, eve saklamalı ve evde kocasına sormalı. Kadın sesinin kilisede çınlaması aşağılık bir iştir…Kilisede başını da örtmelidir kadın. Erkeğin örtmesi gerekmez. Çünkü, erkektir Tanrı’nın görüntüsü ve Tanrı’nın görkemini erkek simgeler. Kadın, erkeğin görkemini yansıtandır. Çünkü, erkek kadından değil, kadın erkekten yaratılmıştır. Erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratılmıştır…” Ve şöyle devam eder:

“Kim, nasıl bulsun bir iffetli kadın? Varsa öyle bir kadın, ederi kat kat fazladır yakutlardan. Öyle bir kadın ki, kocasının yüreğini emanet etmesinde tehlike yoktur ona. Bir kadın ki, gönlünü kazanmak için uğraşması gerekmez kocasının. Bir kadın ki, ömrünün her gününü kocasına iyilik yaparak geçirir, kötülüğe geçit vermez. Yün bulur, keten bulur ve isteyerek çalışır elleriyle. O kadın ki, bir ticaret gemisi gibidir; uzaklardan Erzak taşır eve. Öyle bir saattir ki uyandığı, vakit henüz gecedir ve o kadın o saatte ev halkına et dağıtır. Bir tarla düşünür, satın alır ve ellerinin emeğiyle bir bağ yetiştirir. Belini güçlendirir, kollarını kuvvetlendirir. Ürettiği malın iyi olduğunu bilir ve mumu gece de sönmez. Ellerini iğnin üzerinde tutar ve onun elleridir saran örekeyi. O eller, fakirlere de uzanır. Evet, kadın ellerini uzandırır yoksullara. Kendisine işli örtüler yapar, mor ipekten giysiler dokur. Ve kocası itibar görür otururken şehir meydanında ileri gelenleriyle ülkesinin.

O kadın en iyisinden keten sokur ve satar ve tacirlere kuşak götürür. Kendi giysileri ise onun gücü ve onurudur. Ve gelecekte gülecektir o kadının yüzü.

Ağızını yanlızce akıllı sözler söylemek için açar ve dili nezaketin dilidir.

Tembellik ekmeğinden yemez o kadın. Evine iyi bakar. Her sabah çocukları uyandıklarında “kutsal” derler ona. Böyle bir kadını kocası da beğenir.

Ellerinizin emeğinde o kadına da pay verin. Bırakın o da tanınsın şehirde yaptığı işlerle.”

Kutsal Kitap, kadının konumunu böyle tanımlamış. Hal buyken, müteveffa Papa İkinci John Paul’un kadınınların cüppe giymelerini onaylaması düpedüz “günah” olurdu – diye düşünüyor insan. Ne ki, anlaşılan İncil’in derlendiği asırlardan bu yana suyun altından çok sular geçmiş. Hatta, Papa’nın “yanılmazlık” niteliği bile sorulanır olmuş ki, Vatikan’ın Kutsal Otoritesi ne derse dersin, kadınların cüppe giymeleri meselesi kapanmamış ve kapanmıyor.

Bir kere Katolik kardinallerinin arasında düşünce farklılıkları var. Bazıları papanın haklı olduğunu savunurken, diğerleri papanın karşısında yer alıyorlar. Fikir ayrılığı, Katolik cemaatine de sıçramış durumda. Özellikle de Amerikan Katolikleri, kadınların cüppe giyinmesine izin verilmesini istiyorlar ki, bu kilise kurallarının ve papanın hükmünün geçersiz sayılması anlamına geliyor.

Geçtiğimiz aylarda Associated Press isimli haber ajansının yaptığı bir ankete göre, müteveffa Papa, Amerika’da pek sevilir ve sayılırmış. Tarihe en sevilen papalardan biri olarak geçeceği de belliymiş. Ancak, bu durum, Vatikan ile Amerikan Katolik Cemaatinin arasındaki düşünce farklılıklarını ortadan kaldırmaya yetmiyormuş.

Amerikan Katollikleri ne istiyorlar diye baktığımızda, iki talebin öne çıktığını görüyoruz: bir, kadınların papaz olmalarına, iki, erkek papazların evlenmelerine izin çıkması ki, bu da ruhbanlıkta mücerretliği, yani bekârlığı, şart koşan Katolik akidesine aykırı. Durum bu kadar açıkken, Amerikan Katolik Cemaatinin nasıl olup da bunca ısrarlı olabildiğine gelince: sorunun cevabı “demokrasi.”

İmanın demokrasisi olur mu? Demokrasi asıl inanç alanında olur diye cevap veriyor, vicdan özgürlüğünden söz ediyorlar. Dahası, “katılımcı demokrasi” Katolik Cemaatin Vatikan’ın fetvalarına katılımını da getiriyormuş.

Öte yandan, demokrasi, kamuoyu yoklaması gerektiriyor. Rakamsız olmuyor. Az önce sözünü ettiğimiz Associated Press araştırmasına göre, Amerikan Katolik cemaatinin yüzde 63’ü gibi büyük çoğunluğu inananların düşüncelerinin Vatikan kararlarında etkili olması gerektiğini söylüyorlar.

Bunların yüzde 82’si ise kuralların gevşetilmesinden yani kadınların papaz olmalarından, erkek papazların evlenmelerinden yanalar. İşin ilginç yanı, aynı yüzdeler Katolik olmayan Amerikalılar için de geçerli.

Yani, Amerikalıların yüzde 62’si Katolik, Protestan, Ortodoks, Müslüman ya da bir diğeri, hangi din olursa olsun, inananların dini kuralların belirlenmesinde söz sahibi olması gerektiğini düşünüyor. Ve yine %82 gibi ezici bir çoğunluğu Katolik, Protestan, Ortodoks, Müslüman akidesinin cemaatin tercihleri doğrultusunda yeniden düzenlenmesinden yana.

Dünyadaki toplam Katolik nüfusunun bir milyar olduğu tahmin ediliyor. Bunlardan sadece 65 milyonu Amerikalı. Buna karşın Vatikan üzerinde sayılarıyla kıyaslanamayacak etkileri olduğundan bahsediliyor. Yani, Amerikan Katolik cemaatinin büyük çoğunluğu kadınların papaz olmaya hakları olduğunu düşünüyorsa, Vatikan, bu demokratik talebe önünde sonunda boyun eğecektir anlamına geliyor. Aynı durum, papazların evlenmelerine izin verilmesi hususunda da geçerli. İkinci John Paul’dan sonra seçilecek olan papanın daha bir liberal olmasının bekleniyor olmasının nedeni de bu. Gelişmelere dini öğretiler açısından baktığımızda, kuralların inanların istekleri doğrultusunda değişmesinin,dini doktrinlerin yeniden “yorumlanması” anlamına geldiğini görüyoruz.

Kadınların papaz olmalarına izin verilmesi ya da papazların evlenebilmeleri yine Kutsal Kitap’ı temel alan yeni yorumlar, “içtihatlar” sayesinde mümkün olabilecek ki, zaten öyle oluyor. Doktrini yeniden yorumlayanlar kimler diye baktığımızda, bu insanların ilâhiyat fakültelerinde okumuş, hemen hepsi doktoralı, değiş yerindeyse “din alimleri” olduklarını görüyoruz. Din alimleri ya da uzmanları ille de kilise çatısı altında yer almıyorlar ve aralarında pek çok kadın var. Kilise, bu bağlamda, çalışılacak, kariyer yapılacak bir yer gibi görünüyor. Bizde ilâhiyat fakültesinden mezun olan herkesin imamlık yapmadığı gibi, Amerika’da da her dini araştırmalar ya da ilâhiyat bölümü mezunu papaz olmuyor. Ancak, konuya ilişkin düşüncelerini yayabilecekleri mümbit bir ortam buldukları kesin.

Örneğin, geçtiğimiz haftalarda sözünü ettiğimiz Profesör Amina Wadud da böyle birisi. Kendisini Kuran’ı yeniden ve bir kadın gözüyle yorumlamaya yetkin bir İslâm uzmanı olarak görüyor. Nitekim, “Kur’an ve Kadın: Kutsal Metni bir Kadın Gözüyle Okumak” isimli bir de kitap yazmış. Amina hanım, İslâm araştırmalarında ulaştığı “uzmanlık” mertebesinin imamlık için yeterli olduğuna karar verdiğinde, yüz kişi de olsalar, bir cemaate önderlik edebiliyor. Bu bağlamda işi Katolik bir hanımınkinden daha kolay, çünkü İslâm’da Vatikan gibi kendisine karşı duracak bir merci de yok. Kaldı ki, halkının büyük çoğunluğunun inananların dini otoritelerin fetvalarına katılmaları gerektiğine inanan Amerika gibi bir ülkenin vatandaşıdır. Bu bağlamda, imamlık dahil, her türlü dini özgürlük girişiminde kendisine yardımcı olan bir iklimde yaşamaktadır. Küçük cemaatine 18 Mart’ta, üstelik Episkopal kateralinde Cuma namazı kıldırmış olması yadırganmadığı gibi teşvik de görüyor.

Katoliklik, Müslümanlık ya da diğer dinlerde kadının statüsünün değişime uğramasının ve ictihat dayatmalarının asıl nedeninin kadın haklarının dünya çapında kabul görmeye başlamış olması olduğu da bir vakıa. Bu bağlamda, Amina Wadud’un imamlığının İslâm’da, ya da Çekostovakyalı Ludmilla Yavorova hanımın daha 1975 yılında Katolik cüppesi giyinmiş olmasının söz konusu dinlerde yeni bir ictihattan çok, yükselmeye devam eden dünya feminist hareketin bir uzantısı olarak değerlendirilmesi gereği de ortaya çıkıyor.

Feminizm, bir biçimde hep varolmuş. Ancak, bir dava olarak ele alınması, 1700’lü yılların sonlarına doğru ortaya çıkıyor. Önceleri “kadın sorunu” olarak ele alınıyor. 1689-1762 yılları arasında yaşayan İngiliz yazar The Lady Mary Wortley Montagu feminizmi bayrak edinen ilk ünlü. Lady Montagu’ya çalışmalarında destek veren de “ilerici” bir din adamı, Piskopos Gilbert Burnet. Piskopos Burnet’in İngiltere Kilise’sinin Reform Tarihi isimli bir de kitabı var. 1800’ler kapitalizminim hatta vahşi kapitalizmin kök saldığı yıllar. Hele de İngiltere’de on-beş on-altı saat, gün yüzü görmeden çoluk çocuk çalıştırılmak neredeyse normal sayılıyor. Daha da kötüsü, erkeklerle aynı koşullar altında çalışmalarına karşın, kadınların ücreti erkeklerin ücretinin yarısını bulmuyor. Böyle bir ortamda feminist hareketin hız kazanması normal, nitekim öyle de oluyor.

Reform çağrıları Avrupa’da başlıyor ama Amerika’da şekilleniyor. İlk kadın hakları konferansı 1848’de New York’ta Seneca Falls denilen yerde toplanıyor. İngiltere’deki cinsiyet ayırımcılığına karşı kısaca WSPU diye bilinen Siyasi ve Sosyal Kadın Birliği kuruluyor. Birlik üyeleri seslerini duyarabilmek için, şiddet dahil hemen her yola başvuruyor, hatta açlık grevine gidiyorlar. Çoğu hastalanıyor, vs. vs. felâketlerden sonra erkeklerle eşit ücret gibi bir takım haklarını elde edebiliyorlar. 8 Mart kadınlar günü de bir kazanımların yıldönümü olarak kutlanmayı sürdürüyor.

Feminist hareket 20.yüzyıla kadın hakları konusunda epeyce yol almış olarak giriyor. 1900’lü yılların başlarında epey bir ülkede oy hakkı elde ediyorlar. Başkan Woodrow Wilson, ünlü 14 Madde deklarasyonunda toplumun yarısını teşkil eden kadınlara oy hakkı tanınmıyor olmasını iki yüzlülük olarak nitelendiriyor. Başkanın günümüzde adını taşıyan Woodrow Wilson Kamu İdaresi ve Uluslararası İlişkiler Okulu ile Din Araştırmaları Merkezi kadınların dinsel yönetim hiyerarşisinde yeralmaları destekleyen kuruluşlardan birisi olarak ortaya çıkıyor. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında askere giden erkeklerden boşalan işleri devralan kadınlar, böylece hem fabrika işçiliği, yöneticilik gibi mesleklerde erkekleri aratmayacaklarını kanıtlamış, hem de eşit işe-eşit ücret disturunu hayata geçirmiş oluyorlar.

1960’lı yıllarda yeni bir ivme kazanan feminist harekete “İkinci Dalga” deniyor. Avrupa ve Amerika’da ikinci dalga feministlerin birinci meseleleri kadının bedenini istediği gibi kullanma hakkı. Bu öncelikle kadınların cinsel özgürlüğü, ardından doğum kontrol uygulaması ve çocuk aldırma hakkı anlamına geliyor. Feministlerin bu iki meseledeki hedefleri doğum kontroluna ve çocuk aldırmaya karşı olan Kilise. Özellikle de Katolik ve Ortodoks kiliseleriyle çatışma kaçınılmaz oluyor.

“İkinci Dalga” feministleri 1970’li yıllardan itibaren kilisenin kadınları dışarda bırakan yapılanmasını sorgulamaya da başlıyorlar. “Eğer bir kadın İsa’yı cinsiyeti nedeniyle temsil edemiyorsa,” yani İsa’nın kilisesinde papaz olamıyorsa, “o halde İsa’nın çarmıha gerilmesi ve yeniden dirilmesi kadınların dışında ve dolayısıyla kadınları ilgilendirmeyen bir olaydır ki, İsa tüm insanlığın peygamberi olduğuna göre burada bir yanlış var” şeklinde bir argüman geliştiriyorlar.

Kadınların papazlığa kabulu en az Amina Wadud’un imamlığı kadar tartışmalı bir olayken, yüzlerce örgüt kuruluyor, bu konuda mücadele etmeye başlıyor. Örgütlerden birisi Amerikan Katolik Kadınların Papazlığa Kabul Konfederansı – WOC. Amerikalı katolik hanımlar, hedefleri doğrultusunda çalışadursunlar, daha 1975 yılında Ludmilla Yavorova isimli bir hanımın cüppe giymiş olduğu ortaya çıkıyor. Ludmilla Yavorova, Çekostovakyalı bir Katolik! Meğer, Hıristiyan mezheplerinin en tutucusu olarak bilinen Roma Katolik Kilisesi, hanımın papaz olmasına izin vermiş! Hanım, yirmi beş yıldır Koynotes diye bilinen bir yeraltı kilisesinde papazlık yaparmış. Kilise niye yeraltında diye soracak olursanız, çünkü Yavorova’nın cüppe giydiği 1970’de Sovyetler Birliği henüz yıkılmamış, ne katolik ne de diğer kiliselerde açık ibadet mümkün değil. Bu nedenle kiliseler, yeraltından hizmet veriyorlar. Yavorova hanımın papazlığının ‘90lı yılların başına kadar gizli kalmasının nedeni de bu. Berlin duvarının yıkılması ve onu izleyen değişim, Orta Avrupa’da fırtına gibi eserken, yeraltı kiliseleri de açığa çıkıyorlar. Ve görülüyor ki, 1960’lardan itibaren bu kiliselerde hem evli erkekler hem de kadınlar papaz cüppesi giyinmişler ki, her iki durum da Katolik akidesine tümüyle aykırı. Dahası, Yavorova hanımın papazlığı kendinden menkul de değil. Bölgeye Vatikan tarafından atanmış Roma Katolik Piskoposu Davidek tarafından onaylanmış.

Haber 1991 sonunda New York Times gazetesinde, Amina Wadud hanımın imamlığına benzer bir biçimde patladığında, Amerikalı katolik hanımlar derhal küçük bir komite örgütleyip, Çekostovakya’ya uçuyorlar. Prag’a, oradan Brno’ya geçiyor, hanım papazla tanışıyorlar. Amerika’ya davet ediyor. Amaçları, bir örnek teşkil eden Çek hanımın tanınmasını, kadın rahipliğe giden yolu hızlandırmaya yardımcı olmasını sağlamak. Yavorova, davete altı yıl direniyor. Sonunda 1997’de Washington’a iki haftalığına geliyor, öyküsünün kitaplaştırılmasını kabul ediyor. Rahip Yavorova’nın söylediklerini kaleme alan Amerikalı katolik hanım, papaz olmak isteyen bir hanıma, ancak bir hanım papazın örnek olabileceğini belirtiyor. Kadınların Tanrı ile olan diyalogları erkeklerin diyaloglarından farklı oluyormuş. Kadınlar, ibadete bambaşka bir derinlik getiriyorlarmış.

Bütün bunlar Roma Katolik Kilisesine yirmialtı yıl liderlik eden müteveffa Papa’nın duruma pek de hakim olmadığını göstermesi bakımınından ilginç. Anlaşılan, sadece demokratikleşme değil, iletişim teknolojisinin yaygınlaşması da kişisel otoritenin egemenliğini tehdit ediyor.

Bu çerçevede bir Rus Ortodoks papazının söyledikleri ilginç: “Ortodoks kilisesine bugün artık tehdit, kendi içimizdeki iyi-giyimli, iyi-eğitimli liberallerden geliyor,” diyor, “Liberallerden ve dünyada sürdürülebilir barışı sağlamanın tek yolunun Yeni Dünya Düzeninin kurulması olduğunu söyleyen küreselleşmeciler, sosyalistler, Kadın Hareketi, Barış Hareketi, Çevreciler ve hepsinden tehlikelisi New Ager’lardan geliyor!”

New Ager’lar, en tehlikeli çünkü tek bir liderin öncülüğünde toplanmış değiller. Geleneksel Hıristiyanlıktan hazetmeyen, Hindu dininin şu ya bu unsurunu benimseyen binlerce gruptan oluşuyorlar. Ve hareket, Hırıstiyan değerlerinin yerine yeni değerler koyarak hızla büyüyor. Oysa, “Tanrı, senden, benden… Ve onlardan sorumluluk talep eder. Tanrı, mutlak doğruları vazeder. Onlar isyandadırlar, Tanrı’nın kurallarını istemezler. Onlar, kendilerine doğru olan ve olmayan şeylerin varlığını, bunların insanların esintilerine göre değişmediğini söyleyen bir Tanrı istemezler. Alemde bir nizam olduğu, Tanrı’nın bazı şeylerin nasıl olmaları gerektiğini emrettiği düşüncesiyle alay ederler. Onlar, kendilerine mistik güçler ve hazlar vaad eden, akıllarına estiği gibi yaşamalarına izin veren sahte tanrılar isterler.”

Böyle gidiyor…