LAİKLİK DEDİĞİMİZ,"DEİSM" OLMASIN?

Bir sıfat olarak kullandığımız “laik,” bundan türettiğimiz isim olan “laiklik” kelimelerinin Türkiye’nin başına tam bir çorap ördüğünü düşünmeden edemiyorum! “Metropol mit”i derler, insanların topluca yaşadıkları yerlerde hızla yayılan asılsız korku hikâyeleri vardır. Ne gibi? Meselâ, Kazlıçeşme tabakhanelerinin kaldırılması halinde şehri dev sıçanların saracağı gibi. “Laiklik”e ilişkin söylemler de bunlara döndü. Türkçe’yi kurda kuşa salar mıyız? Oh, olsun bize! Şu kavgaların başından beri meselenin adını Türkçe koysaydık, kavganın ortasında durup kendi halimize kendimiz gülerdik!

Yıllardır, birbirimizin lâfından anlamayan, “afazik”(1) bir toplum olduğumuza dikkat çekmeye çalışırım; şimdi de Türk yazınını okuyan yabancıların bu kavgalarımızdan ne anladıklarını merak eder oldum. Öyle ya, adamlar halimize bakıp, ona göre kendi politikalarını düzenleyecekler! Ve tabii beceremeyecekler, çünkü “laik” ve “laiklik” kelimeleri bizde Frenk armudu gibidir, kimi tatlısına malzeme yapar, kimi limonlu salatasına! Bu durumda, kiminle ittifak yapacaksınız, kimi karşınıza alacaksınız, ne bileceksiniz?

Şimdi, efendim, Batı dillerinde, Fransızca ve İngilizce’de, Latince “laicus,” Yunanca “laikos”dan gelen, “lai” diye bir kelime var ve “avam” anlamına geliyor. Kime göre avam? Rahipler sınıfına, ruhban heyetine göre avam. “Lai” ya da günümüzdeki yazılışı ile “lay” meslekten değildir. Örneğin, “lay ministry” dediğinizde, “alaylı papazlık” hizmetinden bahsediyorsunuz demektir. Hal böyle olunca ve kelimeyi doğru kullanacaksak, “laik” olmak demek, mektepsiz papazlıktan yana olmak demektir. Bunun bir anlamı yok mu? Elbette, var ama başta Katolik olmak üzere Hıristiyan ülkelerde var, çünkü şundan iki yüz yıl öncesine kadar yani 1800’lü yılların önemli bir bölümü de dahil olmak üzere, ülkelerin yönetimi “mektepli papazlar”ın elinde. Cennetin anahtarlarına ilâveten, bağlar, bahçeler, maliye, hazine, köleler, ordu, rahipler sınıfı denilen mutlu azınlığın elinde, “avam”ı hem bu, hem de öbür dünyada alabildiğine sömürüyor, manipüle ediyorlar. 1694, Paris doğumlu Voltaire’in “Papazlardan nefret ederdim, papazlardan hâlâ nefret ediyorum, kıyamet gününe kadar da nefret etmeye devam edeceğim” diye bağrınması haksız değil! Hal böyle olunca, Türkiye bağlamında “laik” olmak esasen eksantrik bir tercih. Olsun, Allah’ın türlü çeşitli kulları olduğu malûm.

Bir diğer kelime “secularism.” Bu da Latince, “saecularis“den ve “kilise ve kiliseye dair şeylerle değil, dünya ve dünyevi işlere; kutsal ya da dinsel değil, içinde yaşanılan zamana ait dünyevi meselelere adanmışlık” anlamına geliyor. “Secularizm”in Türkçe karşılığı “dünyevilik.” Dünyeviler, İsa’nın hakkını İsa’ya, Sezar’ın (yani kayzerin yani kralın ya da padişahın) hakkını Sezar’a vermek, din kökenli dünya görüşünün devletin işlevlerini yönlendirmemesini, özellikle de eğitimi etkilememesini isteyenler. “To secularize” fiili, “dünyevileştirmek” demek, yani  (1) kilisenin mallarını avama devretmek, (2) manastır yeminlerini, kurallarını dünya işlerinde geçersiz kılmak, (3) ruhban sınıfına özel itibar ve otorite sağlamak, (4) sivilleşmeye yönelmek. Şimdi, bakar mısınız? Bir ülke ki, ne camilerinin malı, mülkü var, ne mektepli ruhban sınıfı var, ne manastırı, ne keşişi var! Ekonomi, açısında baksak, “kul hakkı”nı her şeyden üstün tutması, “işçinin ücretini alının teri kurumadan ödemesi,” kalite kontrol deseniz, Ahilikte tapon malın “dama atılması,” kârın helâl olanı olmayanı, sadakayı cariye vb. vb. var! Hapse atılmış ne bir Galileo’su, ne bir dişi sineğin yaklaşamadığı keşişhanesi var.  Peki, bizdeki bu kavga neyin kavgası?

Bana öyle geliyor ki, kavga, mektepli ruhban sınıfının sömürüsünden kurtulmanın yolunun “Hıristiyan” dogmasından kurtulmaktan geçtiğine karar veren “Aydınlanma” entelektüellerine öykünmekten kaynaklanan bir kavga. Papazlardan nefret eden Voltaire, “Kalplerinize doğal olan dini yerleştirmiş olan Tanrı, sade ve samimi bir ruhu dışlamayacaktır. Dürüst bir insanının ruhunun her zaman ve her şart altında O’nun nezdinde kıymetli olduğuna inanın; mütevazı bir Budist keşişinin, nazik bir Müslüman dervişin O’nun gözünde acımasız bir Jansenist’ten (3) ya da hırslı papadan daha makbul olduğuna inanın,” derken, laik ya da sekülarist/dünyevici olmaktan öte bir “deist.”

Deist, yani, “Katolik dogmasını (dilerseniz vahyini) inkâr etmekle birlikte Allah’ın mevcudiyetine inanan. Tanrı’nın insan dünyasından mücerret bir varlık olduğuna itikad eden.” Nitekim, Felsefe Sözlüğü’nde kaleme aldığı maddede, “Tanrı düşüncesi, sezgilerden ve en kaba insanoğlunda bile yaşla birlikte gelişen doğal mantıktan süzülür,” yazmaktadır, “Tabiatın şaşırtıcı olaylarında, hasatlarda ve kıtlıklarda, güzel havalarda ve fırtınalarda, bereketli zamanlarda ve felâketlerde tabiatüstü bir efendinin eli hissedilir… Egemenler, bu gözlemleri kendi iktidarlarını perçinlemek için kullanırlar.” Bu argümanın günümüzde dinler arası diyaloğun çıkış noktası olduğuna da dikkatinizi çekerim.

Türkçe’den vazgeçmediğimiz yıllarda, biz “deizm”den “dini tabii”yi anlarmışız. “Fransız deizmi” Tanrı’nın varlığına, Kâinatı’nı yarattığına inanan, ancak yarattığının sorumluluğunu insanın kendisine bıraktığını düşündüğü için her türlü dini dogmayı reddedenlerin anlayışı. Buna karşın “theist“ler, Tanrı’nın sadece varlığına değil, kâinatı yönettiğine ve dolayısıyla insanın kaderini her adımında belirlediğine iman ediyorlar. Bu inanç sisteminde, insanın özgür iradesi diye bir şey yok. İyilik yapmak, hayırlı olmak vb. “dünyevi” uğraşlar da cennetin kapısını açmıyor.

Şimdi, eğri oturup doğru konuşalım, Türkiye’deki “laik”ler ile “dinci”ler arasındaki husumet, en kötü ihtimalle, “deistler” ile “theist”ler arasındaki anlayış farkıdır diye öneri getirsem çok mu yanılıyor olurum?!   İstanbul’da Ramazanlarda boşalan eğlence yerleri, lokantalar şöyle dursun, cenazesinin camiden kaldırılmasını istemeyen ya da kâfirdir diye gömmeyi reddeden kaç imam çıkar? Buna karşın, cennet hurilerine, gılmanlarına, hatta galaksilerden birinde cayır cayır yanan sahici ateşe, ibadetinde samimiyetle yer açan kaç kişi çıkar?

Bana öyle geliyor ki, kuşaklar, Kur’an’ı zaman içinde gelişen küllî bilgileri oranında yeniden yorumlarlar ve bizimki gibi geçiş toplumlarında bu yorumlar birbirlerinden farklı tezahür edebilirler. Meseleye böyle baktığımda, “deist”lerin korkusunun, İmam Hatiplerin “theizm”e yani hurafelere hizmet ettiği korkusundan öte olmayabileceğini düşünüyorum. Bu korkunun ortadan kaldırılması isteniyorsa, bu, İmam Hatiplilere düştüğü kadar, o çocuklara eğitim veren öğretmenlere ama hepsinden öte Türkçe’yi doğru kullanmaya, “afazi”den kurtulmaya düşer.

Öte yandan, dini eğitime bir “meslek” olarak bakacaksak, evet, mektepli bir “ruhban sınıfı”nın varlığını zımnen kabul ediyor, bu sınıfa yeni elemanlar katıyoruz demektir. Bu da bir seçimdir; ancak müfredatın ilâhiyattan öte, mühendislik gibi, tıp gibi fevkalâde dünyevi mesleklere hazırlanmalarını sağlayacak şekilde yeniden düzenlenmesi, deyiş yerindeyse “çift-diploma” alacak şekilde yetiştirilmeleri gerekir. Disiplinler arası “eşitlik”ten söz edilemez, tıbba kabul edilecek üniversitenin, örneğin, konservatuvardan alınması için kendisinden fazladan beceri talep edilmesi eşitsizlik değil, tersine, eğitimde iyileştirmedir.

Öte yandan, şahsi fikrim, din derslerinin düz liselerin müfredatına dahil edilmesi, İslâm’ın lisans bile değil, master seviyesinde ele alınmasıdır.

(1) Bkz., Schrödinger’in Kedisi, Kâbus.
(2) Jansenist: 1585-1638 yılları arasında Hollanda’da bağnazlığı ile ünlü bir Hıristiyan tarikatı.