NEO-LİBERALİZM

Şimdi Değilse Ne Zaman?

Yusuf Kaplan, Beşinci Abant Platformunun sonuç bildirgesini, “Acaba şu Türkler veya müslümanlar küreselleşme gibi önemli bir konuda neler söylemişler diye merak edip de Abant metnine bakan biri, ‘bu metinde müslümanların söyledikleri kendilerine özgü bir şey yok. Mevcut küreselleşme söylemini ya doğrudan onaylıyorlar, ya da bu sürece bir yerinden katılarak dolaylı olarak onaylamış oluyorlar…” şeklinde eleştirmişti. Bugünlerde ben de elime geçirdiğim parti programını okuyorum ve görüyorum ki, aynı uzlaşmacı tutum burada da var. Bildirgeler, “genelde kabul edilebilir” düşünceleri yansıtmaktan öte gitmiyor. Nerede, ne zaman oluşmuş, bilinmez, herkes “neo-liberal” olmuş bir kere! 

Düşünüyorum da, bundan elli yıl kadar önce, Türkiye şöyle dursun, Batı’da da, refahın artması için temel toplumsal ve siyasi kararların piyasa doğrultusunda şekillenmesi gerektiğini; şirketlere sınırsız özgürlük tanınmasının, sendikaların budanmasının, yurttaşların sosyal güvenliklerinin asgariye indirilmesinin, Devlet’in ekonomideki rolünü gönüllü olarak azaltmasının şart olduğunu iddia etmeye kalkan birisine akıl hastası gözüyle bakılırdı. Günümüzde pompalanan ana-arter doğrulara uymadığı için ünlü (!) olmayan muhteşem Karl Polanyi, “İnsanların ve çevrenin kaderini serbest-pazar mekanizmalarının belirlemesine kayıtsız şartsız bırakmak, toplumun çökmesi ile sonuçlanır” (1) diye yazmıştı.  

Oysa, görüyoruz ki, bu fikirler günümüz neo-liberallerinin ekonomik kalkınma reçetelerinin “olmazsa olmaz”larıdırlar. Geldiğimiz noktada, ekonominin ihtiyaçları topluma kendi kurallarını dikte ettirmektedir, toplum ihtiyaçlarını ekonomiye değil. Karl Polanyi’nin kehaneti gerçekleşmiştir; neo-liberalizmin söylemi toplumları “çöküşe” götürmektedir. Sosyal devlet kavramı dünyanın hemen bütün ülkelerinde ortadan kalkmıştır. Çevre, yok yok olmanın eşiğindedir. Dünya kurulduğundan bu yana misli görülmedik servet birikimine karşın sadece yoksul ülkelerde değil, varsıl ülkelerde de sefalet kol gezmektedir. Buna karşın neo-liberalizm insanoğlunun doğal ve normal yaşam biçimiymiş gibi takdim edilmekte, neden olduğu ekonomik krizlere, kıtlıklara rağmen, mümkün olan yegâne düzenmiş gibi, Allah’ın emriymiş gibi dayatılmaya devam edilmektedir.  

İkinci Dünya Savaşı sonrası Chicago Üniversitesi çevresinde Friedrich von Hayek ve öğrencisi Friedman’ın başını çektikleri marjinal bir akım olarak ortaya çıkan neo-liberalizmin (ve ekonomik, siyasi, sosyal ve çevresel sonuçlarının) başarıyla pazarlanabilmiş olmasının başlıca nedeni neo-liberallerin ve sponsorların “Büyük Dönüşüm” dedikleri sefih ve gerici (gerici, çünkü Ondokuzuncu yüzyıl vahşi kapitalizminin hortlamasından öte değil) fikirlerini devasa bir uluslararası vakıflar, enstitüler, araştırma merkezleri, yayın evleri, eğitmenler, yazarlar, halkla ilişkiler uzmanları ve elbette medya (!) ağıyla yaymayı sürdürüyor olmalarıdır. (2)

1979 önemli bir tarih; neo-liberal doktrinin iki şampiyonundan birisi Margaret Thatcher’in (diğeri Ronald Reagan) başbakan olup, neo-liberal devrimi İngiltere’de başlattığı tarih. Demir Leydi’nin kendisi Hayek’in öğrencisi; aynı zamanda düşüncelerini açıkça ifade eden bir sosyal Darwin’ci – yani, güçlünün zayıfı ezmesinde beis görmeyen bir hanım. TINA (3) diye bilinen iddiasını derhal yürürlüğe koyan Thatcher’in söylemi, uluslar, bölgeler, şirketler ve bireyler arası rekabet üzerine kurulu. Güçsüzü güçsüzden ayırmayı esas alan söylem, fiziki, doğal, parasal ve insan kaynaklarını (zayıfın elinde çarçur olacağı gerekçesiyle) güçlünün emrine tahsis eden söylem. Hemen eklemeliyim: rekabetin makbul olmadığı tek alan “İttifak Kapitalizm”(3) denen “Ulusötesi Şirketler”in yer aldığı alandır. Ulusötesi’ler yabancı ülkelerde istihdam yaratan yeni yatırımlara girmez, varolan kârlı yatırımları satın almak yoluna giderler; bakınız, Tikveşli-Danone, bakınız, Demirbank-HSBC, bakınız da, bakınız. Günümüzde “Doğrudan Yabancı Yatırım” olarak bilinen fonların 2/3 ilâ 3/4ü şirket satın alma ya da birleşme şeklinde gerçekleşir ve hemen her zaman işçi çıkarmaları ile sonuçlanır. 

Neo-liberallere göre serbest piyasa öylesine akıllı, öylesine iyidir ki, şer gibi görünen durumları dahi hayra tahvil eder. Bu nedenledir ki, Thatcher bir konuşmasında, “Bizim işimiz eşitsizlikle övünmek, eşitsizliğin hepimize yarar sağlayacak yetenek ve becerileri ortaya çıkardığını, yollarını açtığını görmektir” diyebilmiştir. Diğer bir deyişle, rekabet edecek durumda olmayanların bir kenara bırakılmalarında sakınca yoktur. İnsanlar zaten eşit doğmazlar ve bu iyi bir şeydir çünkü iyi ailelere doğan, en iyi eğitimli, en kararlı insanların zaman içinde herkesin yararına olacakları görülecektir. Toplumun zayıflara, iyi eğitim görmemişlere birşeyler borçlu olması söz konusu değildir; yoksulların başlarına gelenler kendi hatlarıdır, toplumun değil.  

Gelin görün ki, geçen 22 yılda olup bitenler, toplumun rekabetten yararlandığını değil, tam tersine ağır darbe aldığını göstermiştir. Örneğin, Thatcher öncesi İngiltere’de, on kişiden bir kişi yoksulluk-çizgisi altında yaşarken, bugün bu rakam dört kişiden bir kişiye yükselmiştir. Durum çocuklarda daha da vahimdir: resmi rakamlara göre üç İngiliz çocuğundan birisi yoksulluk çizgisinin altındadır. (5)  

Neo-liberalizmin rekabet anlayışının bir diğer sonucu da kârlılıklarını ve pazar paylarını arttırmak gibi yükümlülükleri olmayan kamu iktisadi teşekküllerinin acımasızca budanması olmuştur. Geçen 22 yılın başlıca ekonomik transformasyonlarından birisi özelleştirmedir. İngiltere’de başlayan ve dünyayı saran bu uygulama, hemen her ülkede fiyatların artmasına karşın hizmetlerin iyileşmemesi ile sonuçlanmıştır. Kuruluşların yeni sahiplerinin elleri mecbur müşterilere ekonomik gerekçesi olmayan tekel fiyatları dayattığı bu durum klasik iktisatçıların “pazarın yapısal iflâsı” dedikleri bu oluşumdur. Oysa, hemen tüm kamu hizmetleri ekonomistlerin “doğal tekeller” dedikleri sınıfa girerler. Doğal tekeller, pazarın tümüne hitap ettikleri için sürümden kazanan yani asgari kârla, azami hizmet verebilen kuruluşlardır. Demiryolları, enerji santralları gibi büyük sermaye gerektirdiği için çok sayıda heveslisi olmayan hizmetleri kamu iktisadi teşekküllerinin üstlenmesi doğal ve gereklidir. Ama, neo-liberallerin adetidir, etiketinde “kamu” yazan her etkinliği ve sadece bu sebeple “hantal” ilân ederler. 

İşçi sendikaları geleneksel olarak en güçlü oldukları alan kamu sektörüdür. Özelleştirmenin bir başka amacı da işçi sendikalarını budamaktır. Nitekim, 1979-1994 arası İngiltere’de %29 küçülen kamu sektöründen çıkartılan 2 milyon işçinin iptal edilen işlerinin hemen hepsi sendika kapsamındaki işlerdi. İşleri iptal edilenlerden sadece 300 bin tanesi özel sektörde iş bulabildi; neo-liberalizmin bir şiarı da mümkün olan en az sayıda işçi çalıştırmaktır. Çünkü, kârlılık, hisse senetlerinin satışını da etkiler.  

Özelleştirme ile ilgili bir başka mit, küçük tasarruf sahiplerinin özelleştirilen kuruluşların hisse senedi sahipliğini teşvik ederek, menkul kıymetler borsalarının canlanmalarına katkıda bulunacağıydı. Ne ki, bu iddialar da doğrulanmış değildir. Bugün, özelleştirmenin beşiği İngiltere’de, elden çıkarılan kamu kuruluşlarının hisse senetlerinin ezici çoğunluğu ya finans kuruluşlarının ya da çok büyük yatırımcıların elindedir. 

Neo-liberalizm gelir dağılımını da bozar. Serveti toplumun tabanından tavanına yöneltir. ABD, dünyada gelir dağılımının en bozuk olduğu ülkelerden birisidir. Başkan Reagan’ın neo-liberal doktrin ve politikaları neticesinde bu durum daha da vahim bir hale gelmiştir. 1977’de, Amerikan ailelerinin en zengin %1’inin ortalama geliri, en yoksul %10’undan 65 misli daha fazlaydı. 1988’de bu rakam 115’e yükseldi. UNCTAD’nin 2600 araştırmaya dayanarak yayınladığı bir rapora (4) göre Çin, Rusya ve diğer eski sosyalist ülkeler de dahil olmak üzere, dünyanın hemen her yerinde orta sınıfın içi boşaltılmakta, yoksullaştırılmaktadır. 

Neo-liberalizmin zenginlerin daha da zenginleştirilmeleri gerektiği düşüncesinin arkasındaki teori ve ideolojik gerekçe, sermaye birikimin yatırıma yöneleceği, işsizliğin azalacağı, genel refah seviyesinin yükseleceğidir. Oysa, bu iddia da gerçekleşmemiş; zenginlerin ellerinde toplanan sermayenin yerel ya da ulusal ekonomilere dönmek yerine uluslararası gayri menkul borsalarına gittiği görülmüştür. 

Uluslararası seviyede ise, neo-liberaller çabalarını üç temel noktada yoğunlaştırırlar: 1) mal ve hizmet ticaretinin serbestleşmesi, 2) sermaye dolaşımının serbestleşmesi, 3) yatırımların serbestleşmesi. IMF kriz yönetimi ve şartlı destek mekanizmaları sayesinde, neo-liberal ekonomi politikalarının evrensel garantörü işlevini üstlenmiştir. Oysa, 1944’de Bretton Woods’da kurulduklarında IMF ve Dünya Bankasının görevleri savaş sonrası yeniden yapılanma ve kalkınma için ödünç para vermek, ödemeler dengesi bozukluklarını giderecek krediler sağlamak suretiyle gelecekteki çatışmaları önlemekti. Bağımsız devletlerin ekonomik kararları üzerinde kontrolları olmadığı gibi, politikalarına da müdahale edemezlerdi. Son yirmi yılda bu durum tamamen değişmiştir. Bu kuruluşlar, artık şeffaf olmadıkları gibi, demokratik sorguya da kapalı olmalarıdır.  

Ve nihayet, neo-liberalism, halkların bütünü için değil, kazananlar için tasarlanmış bir sitemdir. Ekonominin topluma kendi kurallarını dayattığı bu sistemde demokrasi bir kamburdur; çünkü, seçmenler arasında kaybedenlerin sayısı kazananlardan daha fazladır ve onlar seslerini duyurmak isteyeceklerdir. Nitekim, SSCB’nin dağılmasıyla sonuçlanan büyük “transformasyon,” anayasal demokrasi ile serbest piyasa kurallarının barış içinde beraberliğinin mümkün olamayacağını göstermiş ve büyük heyecanlarla başlayan demokrasi hareketi dağılmış, neo-liberalizmin kurallarına yenik düşmüştür. Bu bağlamda, “demokratik hareketlilik” ile “iktidarda söz sahibi” olmayı birbirine karıştırmamak gerekir.  

Bütün bu oluşumların Türkiye’deki yansımalarını, Özal’ın uygulamalarını, TBMM’de dün alınan kararların olası sonuçlarını tartışmanın zamanıdır. Siyasi partiler de susar, genelde kabul gören “doğrular”ın arkasına saklanırlarsa, bir dönem daha kaybetmekten korkarım. (sürecek)

(1) Karl Polanyi, The Great Transformation, 1944; 

(2) George Susan, “Küreselleşen Dünyada Ekonomik Bağımsızlık Konferansı,” Bangkok, 24-26 Mart, 1999.; 

(3) “There Is No Alternative” – Başka seçenek yok. 

(4) 1997 Trade and Development Report; 

(5) 1996 report of the British Child Poverty Action Group.