RUSYA

Alev Alatlı – İlber Ortaylı / Konferans

ALEV ALATLI: İlber Hocamızın yanında Rusya konusunda konuşmak çok zor. Kitabı da dizlerim titreye titreye yazmıştım; zaten sürekli İlber’e danıştım. Türkiye’de başka bir ülkeyi konu alan ilk romanı ben yazdım sanırım; bunu, kendimi önemsemek anlamında söylemiyorum, “herhalde Türkiye oralara geldi” anlamında söylüyorum. Hep yabancılar bizi anlatmış, “bir de biz anlatalım” aşaması gibi.

Rusya sürekli bir “miğfer” gibiydi başımda; ne olup bittiğini bilmek istediğim büyük bir muammaydı. 5-6 yıl önce Rusya “çalışmaya” başladım; okudukça, deştikçe inanılmaz şeyler çıktı karşıma. Sonunda, “yok bu oturulup yazılacak” diye karar verdim. 

Bugün geldiğim noktada, Rusya, Türkiye’nin aynası gibi benim için. Ya da şöyle söyleyeyim, Rusya, benim Türkiye kitabım oldu. Çok ilginç benzerlikler buldum. Bir o kadar da farklılıklar buldum. Farklılıkların bence en çarpıcı olanı aydınlarda. Rus aydınları bizden çok daha donanımlı, daha fedakar, daha cesur ve daha acımasız. Daha acımasız. Bu, çok tuhaf geldiydi bana. Bunun dışında romancı olarak beni çok etkileyen ussal tasarıma duydukları güven oldu. Ussal tasarımın, akılla kurulan bir dünyanın nelere kadir olabileceğini ve nasıl büyük felaketlerle sonuçlanabildiğini belki de en iyi gösteren tarih, Rusya tarihi. I.Petro’dan başlıyor, Bolşevikler ve bugünle devam ediyor. Ünlü tarihçileri Voloşin’in bana çok çarpıcı gelen bir tesbiti var: ”İlk Bolşevik Büyük Petro’ydu, I.Lenin ise Çariçe Katerina” diyor.  

Bolşevik ihtilali ve bugün gelinen noktada “serbest piyasa Bolşevikleri”nin egemen olduğu aşama. Yani, her zaman olduğu gibi “reformlar” bugün de tepeden iniyor. Ruslar için “reform” Batılılaşma demek ve günümüzde “liberal ekonomi” anlamına bürünüyor. Petro zamanında başlayan batılılaşma çabalarını, II. Katerina hızlandırıyor ve o gün bugün devam ediyor. Ne pahasına olursa olsun “batılılaşma.” Bolşevik devrimi bir hesaba göre 25 milyon insanın hayatına malolan “reform” ve “şekillendirme” çabası. Gorbaçov’dan itibaren, peresteroyka ve glasnost sonrası, “Şok Tedavisi” dedikleri, IMF’in planlı ekonomiyi serbest piyasaya çevirmesi, liberalleştirmesi dönemi, yine benzeri bir zorlama ve zulüm getiriyor. Mesela 1996 itibariyle, Rusya ekonomisinin %50’sinin 7 kişinin elinde olduğu söyleniyor. Yani bir sen-ben-bizim oğlan durumu ki, bu Petro zamanında da böylemiş, Bolşevik Devriminde de üst kademe, sen-ben-bizim oğlan sisteminde yönetmiş! Bugün yine oligarşi, yine tepeden iniyor, yine şekillendiriyor. Bu durumu ilginç olduğu kadar da trajik buluyorum: Belki dünyanın en görkemli uluslarından, en büyük başarılara imza atan devletlerinden, en büyük kültürlerinden birisi, ancak diğer taraftan da acayip bir vahşet söz konusu. Batılılaşmayı şiar edinen bir ulus olmamıza karşın, biz bu denli zorlama hiç görmedik. Rusya’yı tanımlamakta kullanılan bir başka ifade daha var: “Sputnik yapan demirci dükkanı” diyorlar. Bu kadar kaba ve bu kadar rafine olunabiliyor. Bu tanım da bana çok ilginç geldi.

Öyle görünüyor ki, Rusya’ya olanlar, bizim kendi ülkemiz açısından da çok ders verici nitelikte olabilir. Bu nedenle bir gözümüzün orada tutulması gerektiği kanısındayım. Birebir örtüşme görmüyorum ama dediğim dedik tarzında cereyan eden “reformist yaklaşımlar,” bir ülkeye çok pahalıya malolabiliyor. Örneğin, Stalin’in “tarım reformları” dünyanın dördüncü büyük içdenizinin, Aral Denizinin, kuruması, yokolmasıyla sonuçlandı. Bugün artık ne Aral diye bir deniz var, ne de Amu Derya diye bir nehir. Ve bu felâketler, bir yığın tepeden inme reform politikalarının sonucu.

İLBER ORTAYLI: Edip Rus diplomatı Tyutçef’in dört mısralık bir şiirinden söz edeceğim; Rusya’yı çok iyi tanımlamış. Bu ülkeden çok edip diplomatlar çıkmış. Türk diplomatları daha yavan; diplomat olarak değil tabi. Hele Osmanlı diplomatları hiç değil, içlerinde çok seçkin insanlar var. Rus diplomatları içinde ise çok iyileri de, çok gülünç olanları da var. Sazanof mesela, demiş ki: “Rusya’nın güvenlik çizgisi, Rusya’nın güvenliğinin bittiği yerde başlar.” Yani o hiç durmayacak, boyuna genişleyecek.

Mesela İstanbul’daki Rus Büyükelçisi Ignatief, çok meşhur, önemli bir diplomat diye sunulur. Hatta Sadrazam Mahmut Nedim Paşa’nın ondan akıl sorduğu söylenir. Halbuki akıl falan sorduğu yok, sadece adamı kullanmıştır. Onun aracılığıyla yalan haber uçurur. Mesela Marshall adaları meselesinde, “İngiltere, İspanya ile Almanya’ya karşı anlaşıyormuş” der. Ignatief de inanıp, bunları başkalarına aktarır. Ondan sonra, O’na izafeten raporlar başkentlere, Paris’e, Roma’ya, Berlin’e akar. Sonra haber incelenip fos çıkınca, Ignatief’e çok kızarlar. O’na yalancı general anlamında “Mantör Paşa” diye isim takarlar. Mesela devlet moratoryuma gidecek buna sorarlar. 

Aslında buna sordukları falan yok; suça iştirak etmesi için yapıyor. Mesela Mahmut Nedim Paşa, Ignatief’in elindeki senetleri, kendisininkiyle birlikte satmıştır; moratoryumun ilanından evvel. Hatta Mithat Paşa’nınkiler de satılmış; O da bu ahlaksızlığa iştirak ettirilmiştir. Mithat Paşa inanılmaz saf, naif bir adamdır. İstanbul’a geldiği günden itibaren pot üstüne pot kırmıştır. Devlet-i Âli’nin yani Osmanlı Devletinin en önemli, en büyük valisidir; hatta Avrupa’nın. Hiçbir Avrupa devletinde Ahmet Mithat gibi bir vali yok; yalnız O’na yakın bir vali var, çok becerikli: General Ignatief. Doğu Sibirya’nın çok başarılı bir valisi iken, hariciyeye kaydırıp, İstanbul’a getirdiler. Ama taş yerinde ağır… Valilik görevlerindeki başarıları ile 1868’de Şura-ı Devlet nazırlığına getirilen Ahmet Mithat, sonra Mithat Paşa oldu, giderayak da sadrazam yapıldı ve hapı yuttu. Dış politika açısından Osmanlı Devletinin en beceriksiz sadrazamı oldu. Devleti müthiş bir harbin içine sokan, istemeden birtakım yolsuzluklara karışan, darbecilerle en ufak bir ortak yanı olmamasına karşın, darbenin içinde olan bir adam… Rusya sahnesinde çok iyi okumuş, zengin sınıftan gelen yazar, edip diplomatlar var, Gribayedof, Turkçef gibi ama, Mehmet Emin Ali Paşa, Fuat Paşa gibi diplomatlar yok.

Şimdi Turkçef’in şiirini okuyalım:

Rusya akılla kavranmaz
Genel kabul görmüş bir arşınla ölçülmez
Onun kendine özgü bir hali, gelişimi vardır
Rusya’ya sadece inanılır, iman edilir.
yani Rusya akılla anlaşılmaz, metreyle ölçülmez, hali bambaşkadır, ona sadece iman edilir. Bu çok güzel bir tanımdır; nerede akıllı, nerede deli olduğu bilinmez. Bütün bir Rusya’nın ihtilal yapması çılgınlıktır, inanılmaz. Maalesef bunlar tarih inşa ederler, tarihi yorumları çok keskindir. Rusya’da çok ciddi, derinlemesine tarih bilgisi, kültürü olan, abuk sabuk hatalar yapmayan okkalı adamlar vardır. İzahını istiyorsanız, Lenin’in “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi” kitabını okuyabilirsiniz. Bu çalışmasıyla Lenin, iyi bir tarihçi olarak kalabilirdi; bolşevik lider olmasına gerek yoktu. Komünist liderlerden Pakorovski’nin Rusya Tarihi, Mihailovski’nin, Bazarof’un 18. ve 19. yüzyıl Rusya tarihi için yazdıkları da önemli eserlerdir. Bunlar derin adamlardır. Bir de politikaya fazla bulaşmayan uzman insanlar vardır. Bunları okurken, bir Almanı, bizim Uzunçarşılı’yı okur gibi sıkılmazsınız. Mesela Zabini, cilt cilt Rus çarlarının günlük hayatını, sarayın tarihini yazmış; hiç sıkılmadan okuyabiliyorsunuz. Zabini derin bilgisi, ironisi olan bir tarihçi; ciddi hoş bir ironi.


Bu akıllı derin adamlardan bazıları yalan da yazabiliyorlar. Mesela bir tanesi kitap yazıyor, “Büyük Petro, Türklere esir oldu” diyor. Böyle efsanelerle beslenen bir tarih de var. Romanoflar hakkında mesela uydurma efsaneler yazılmış. II. Katherina’nın oğlu Çar Pavel’in babasının, III. Petro olmadığı söyleniyor. Oysa babasına çok benziyor. III. Petro’nun babasının Alman olması, II.Katherina’nın Alman prensesi olması, hanedanın Almanlaşması, Rusları rahatsız ediyor, içlerine sindiremiyorlar. Yani Romanofların külliyen Alman olmasından rahatsız oldukları için, böyle uydurma tarih yazmışlar.


Ruslar hayalperest adamlar. Böyle hayalperest adamları ben sevmem; bizim halkımız da sevmez. Çünkü, Türkler, gerçekçi, asker millettir. Hayali gelişmeyen ülkelerde de güdük bir mekanizma hakim olur. Ülkemiz Rusya ve İran’dan çok farklıdır. Bu iki millet de Türklere göre çok okur yazardır. Tahran’da caddelerde yüzlerce kitapevi vardır; neler çevrilmiş, neler yazılmış, millet neler okuyor incelemeye değer. Allah Türklere irfanı haram etmiş. Bu ülkede okuyan insanlar, alkolik mesafesinde gidiyor. 

Ruslar ve İranlılar hayalperest ve yaptıkları işe kendilerini çok vakfeden insanlar. Ancak Türklerin medeni dünyayla tanışmaları Ruslardan çok önce. Ruslar, okuma yazmayı da Türklerden sonra öğrenmiş; Türk yazıtlarının daha önce olması bunu gösteriyor. 11. yüzyıl Endülüs filozofu Ahmet Endülüsî, “Türkler medeniyeti, ümranı kuran Romalı, Yunan, İbrani, Hintli, İranlı gibi milletlerden değil. Ancak Çinliler ve Türkler çok pratik, çok becerikli insanlar. Bu medeni çevrenin içindeler, bu çok önemli. Gerisinin coğrafyaları, kendilerini geliştirmeye müsait değil” diyor.

Bunların içine kuzeydeki Almanları, Rusları ve güneydeki zencileri dahil ediyor. Rusya okuma yazmayı Türklerden sonra öğreniyor ama birdenbire 19. yüzyıl dünya edebiyatını temsil ediyor. Ruslar roman ve tiyatroda Fransa’dan bile önde. Ama sadece şiirde Fransa’yı geçememiş. Ruslarda kendini vakfetme var. Mesela Tolstoy, İbranice öğreneceğim diye sürmenaj oldu. Sadece İbraniceyi dil olarak öğrenmek değil tabi, kabalist literatüre falan giriyor. Bunlar cesur adamlar, 19. yüzyılda şunu söylüyor “Fransız edebiyatı ahlaksızdır, müslüman sanatı ahlaklı bir sanattır”. Bunu demek cesaret ister.
Geçenlerde Türkiyeliliğe karşı çıkan emekli general, “Bu tabirin, Osmanlıcılığı getireceğinden şüphe ederim” diyor. O kadar cesur olmayan bir argüman ki bu. Karşı tarafa hücum edecek, kendisine faşist falan denmesin diye, böyle abuk sabukluk yapıyor. Ne Osmanlıcılığı; akan su geri döner mi! Olmamış Türk entellektüelleri açıkça argümanını söylemez, yavandır, yalan söyler. Türkiye’nin şu andaki büyük problemlerinin etrafında dönen tezlerin hepsi yalandır. Sahipleri başka şeyler planlar, arkasında başka birikimleri vardır. Bu çok ilginçtir, bu savcı korkusu değildir. Otosansür denilen bu lüzumsuz müessese niye vardır mesela. Okuyan milletler bunu aşmıştır. Biz çok akıllı geçinen daha realist bir milletiz. Onun için Rusya bizi çok çarpar. Öte yandan bunların çok korkunç bir tarihi vardır. Rusya’nın zenginlikleri istismara dayanır. Türklerin padişahı, Osmanlı padişahı, her yere cami yaptırır, karısı, kızı adına cami yaptırır ama oturduğu yer, saray, çavuş lojmanı gibidir. Aynı padişah Mimar Sinan’a “Bana da güzel bir saray yap” demez.

ALEV ALATLI: St.Petersburg mesela, insan kemikleri üzerine kurulmuş bir şehirdir. Benim için bu şehir kandır revandır. İnanılmaz açlık, fakirlik varken, insanlara iki kilometre uzunluğunda duvarları olan bir saray yaptırmak ne demek !

İLBER ORTAYLI: Çok büyük israf var ve çok büyük fakirlik… Sonra Ruslar ya çok bilgililer, ya çok cahil. Rus köylüsünün dünyadan haberi yok. Mesela Türk köylüsü kendi dininden olmayanlara gavur der. Ama Rus köylüsüne müslümanım deseniz anlamıyor. “O ne demek, ona ne gerek var” diyor. “Din dediğin bir tane olur” diyor. Ortodoks’un anlamı “doğru inanç” ya, “doğru inanç var, öbürlerine niye inanıyorsunuz” diyor. Böyle naif bir kültür. Rusya’da böyle büyük farklılıklar var. İnsanların servetlerinde, otoritede, nüfuzlarında çok farklılıklar olduğu gibi, bilgilerinde de çok farklılıklar var.


19. yüzyıl edebiyatına, müziğine, tarihçiliğine damga vuran insanlardır. Örneğin Roma hukukçuluğunda, tarihçiliğinde, İngiltere tarihçiliğinde, Rusların adı vardır. İhtilalden sonra kaçan Ruslar bir sürü Avrupa üniversitesinde, kürsülerde iş, söz sahibi oldular. Ama böyle Türk yoktur. Türklerin güya Avrupa, Batı kültürü almış adamı bile, o sahada söz sahibi olamaz. Bu ırkî bir özelliğimizdir. Mesela Rusya’nın Türkleri çok iyi Rusça bilir, konuşur. Ama hiçbiri Rus dili veya Rus tarihi uzmanı değildir. Bu dünyaya hükmetmedir işte. Bunu değiştirmek isteyen insanı da takip etmezler. Böyle bir tane adam çıktı: Mustafa Kemal Atatürk! Sınırlarını aşan bir çılgın görüşü vardır. “Gözlenen değil, gözleyen bir millet olalım” teorisi çok açıktır. Tahılla geçinen 15 milyonluk bir ülkede Dil, Tarih, Edebiyat fakülteleri kurmuş; bursla yurtdışına talebe yollamıştır. Buna herkes israf der. Bu politika anlaşılamamıştır mesela. Bu konuda Türk milleti son derece realisttir. “Gereği kadar öğreneceksin, bileceksin, işe yaramayan şeye yatırım olmaz” der.

Alev Alatlı’nın bu romanında, burada bahsettiğim isimleri göreceksiniz. Bunlarla dünyaya bakacaksınız. Yeni yeni, burjuvaziden değil, Anadolu’dan çıkan çocuklar Rusya’ya gidiyor, Rusya tarihi üzerine araştırma, doktora yapıyor. Bunlar çok önemlidir. Bunlar yapıldıktan sonra tefekkûr değişir. Yoksa kendi içinde oturan bir toplumun çok şeyleri anlaması , dünyada neler olup bittiğini anlaması mümkün değildir. Yani, çok okumalı, çok bilmeli, çok yazmalıyız.

ALEV ALATLI: Bizden gerçekten çok farklılar. Rusya’yı öğrenirken beni en çok şaşırtan bir bulgu da Rus masonları oldu. Meğer, Rusya’yı Rusya yapan masonlar!

İLBER ORTAYLI: Aklıma gelmişken, department store’ları, büyük alışveriş merkezlerini Amerikalılar değil, Ruslar buldu. Sonra Lunapark… Komünist Sovyetler Birliği Maarif ve Kültür Komiseri Anatoly Lunaçarski’nin icadıdır. Partiye para kazandırmak için kapitalist dünyasının en büyük eğlencesini yarattı. Mesela Bugdanoviç var, anarşizme yakın bir komünist. Batı’da, Türkiye’de olsa bunlar acayip, iğrenç adamlar olurdu. Halbuki bu adamın çok büyük bir icadı var dünyaya; Kan gruplarını tasnif etti. Oradan kan nakli işini kolaylaştırdı. Batıda olsa Nobel falan alacak ama umurunda değil. Bunlar kabından taşmış önemli insanlar. Bir de Rusya devlet adamı deposudur; daima birini çıkartırlar. Sev sevme Putin de iyi bir devlet adamıdır.

ALEV ALATLI: Dahası, Putin’in de neredeyse Petro’dan bu yana süren devlet geleneğine sadık kaldığını görüyoruz. Öte yandan, çok ciddi , hatta ağır basan bir batıni, içrek, yönleri var ki, bu da çok ilginç. Batıni gelenek, hem köylüler, hem soylu Rus entelijansiyası için geçerli. Ancak, entelijensiya, Tanrı inancı ile Rus Ortodoks kilisesi gibi etli canlı bir İsa’nın yukarıda Tanrı’nın yanında oturduğunu iddia eden bir sistemin arasında sıkışmış. Yetmezmiş gibi, ateizm de bastırıyor. 1700’lerin başından itibaren insanlar bu kutupları uzlaştırmaya çabalamışlar. Tanrı’nın varlığına inanan Masonların kiliseden çıkıp, localara girmeleri de bu yüzden. Aralarında Radiçev, Nobikov gibi birinci sınıf beyinler görüyorsunuz. Kendi entellektüel kıstaslarına uygun düşecek bir inanç sisteminin peşine düşüyor, mason localarında tartışıyorlar. Zaman içinde mason olmayan asil kalmıyor desek yeridir. Öyle ki, masonların marşı İmparatorluk marşı haline geliyor, 1917’ye kadar bu böyle devam ediyor.


Şöyle düşünün, bir yandan o kadar batınîsiniz ve bir yandan da (özellikle 1850’den sonra) batıdan çok sıkı bir aydınlanma, bilim geliyor. Derin okuduğunuz zaman, şiirlerde falan, Rus aydınlarındaki o acıyı görüyorsunuz. “Pravda! Pravda!” diye çırpındıkları, “Hakikat! Hakikat!” bireyler olarak, ilimle bilimi kendi ruhlarında meczetme çabaları. Gerçekten çok zor, hatta trajik bir gayret. Bir dünya düşünün ki, güçlünün zayıfı yemesi doğal, “bilimsel,” öte yandan siz bütün mevcudiyetinizle dünyanın herkese ait olduğuna, yoksulun, zayıfın da kollanması gerektiğine inanıyorsunuz. Çok ilginçtir mesela, Rus mujikleri ne çarlar, ne bolşevikler zamanında, toprağın yeniden bölünmesine falan aldırmamışlar. “Toprak Allah’ın toprağı, istersen öyle, istersen böyle kes, nasılsa Allah’a ait” diyen bir dünya görüşünüz varken, üstüne “bilim” geliyor. İki cami arasında bînamaz kalmış insanlar. Bu arada kalmışlıkla, 1800’lerin ortalarında 2500 aydın intihar etmiş. 1870’de “cinnet yazı” diye adlandırdıkları bir dönem var. Alkolik olan Mussorgski, ağır depresyonlar geçiren Tolstoy gibi yüzlerce birinci sınıf aydın var. Tolstoy 81 yaşında ölüyor. 90 tane eseri var; daktilo bile yok, kalemle yazıyor. Meseleleri, yazarak hakikate, doğruya gitmek, sonunda pravdaya gitmek. İlginç bir anım var. “Pravda”yı hep gerçek diye çeviriyordum, hayır dediler. Pravda hem hak, hem adalet, hem doğru anlamındadır. Birden aydım: gerçek değil, “hakikat” kelimesini düşünmeliyim! “Nizam-ı alem”i tanımlamak istiyorlar, ama bu öyle bir nizam-ı alem ki, bilimsel verileri de reddetmeyecek.
Böyle bir ruh yapısından, dönemden sonra Bolşevik Devrimi!

Türkiye’nin sol tecrübesi çok “bilimsel” oldu; Marks, artıdeğer vs. Hep merak ettim, Rusya’da ciddi derin bir cehalet var. Yıl 1917, halkın okuma yazma oranı çok çok düşük. Öte yandan çok ama çok parlak bir ekip var. Peki, bu ikisi nasıl bir araya geldi de müthiş bir ayaklanmayı başarabildi? Meğer, Bolşevik Devriminin bir adı da “batınî devrim.” Bolşevik Devriminin hemen tamamen din üzerine kurulmuş bir devrim olduğu anlatılıyor! Öyle bir punduna getirmişler ki, Hz. İsa, Hz. İsa diye giderken, son anda birden Hz. İsa gidiyor, yerine Lenin geliyor. Bu, benim için çok şaşırtıcı oldu. 20-30 milyon kişi ölüyor ve bir kişi kalkıp da “sen ne yapıyorsun” demiyorsa, nedini İsa-Lenin özdeşleşmesi. Lenin’i anlamak için çok uğraştım. Çok ketum bir adam, Putin gibi. Yakında Putin’e III. Lenin derlerse hiç şaşmayalım. Lenin okurken bir yerde, “Biz Marks’ı birazcık okuduk” cümlesini buldum ve “bizim pirimiz” gibi bir ibare! “Pirimiz Rûmidir” diyor! Bir de cümle vermiş. Bir yerden tanıdığım cümle. Ara tara, Mesnevi’nin dördüncü cildinde buldum: “Yapmak, yıkmak demektir” diyor. “Toprağı bellemezsen gül yetişmez” mealinde dizeler. Bir şeyi inşa etmek için, başka bir şeyin mutlaka yıkılması gerektiği anlatılıyor. Köktenci bir yaklaşım; tadilat değil, reform değil, ıslahat değil, resmen “devirerek devrim” şeklinde.
Düşünce tarihinde hiçbir fikir hüdai-nabit değil, tesadüfi hiç değil. Bakıyorsunuz, Lenin ve Mevlana’nın doğum yerlerinin arası 100 km. kadar. Bir bölgenin kültürü, dünya görüşü, anlayışı var. Sonra Mevlana’nın izini sürdüğünüzde, Konya’yı görüyorsunuz. Zamanın Konya’sı Eflatun’la yatıp kalkıyor. Konya’nın büyük camiinde Eflatun’un mezarının olduğu söyleniyor. 

Söylemeye çalıştığım, Ruslarla hiç dillendirilmemiş ortak bir geçmişimiz var. Sosyolojik ve duygusal olarak içiçe geçmiş bir tarih. Topu topu 25 sene savaştık, onlar da abartıldığı kadar önemli savaşlar değillerdi. Bize çok benzeyen tarafları var demiştim. Bu benzerlikte en çok önemsediğim yön, Batılılaşma kamçısını hep üstlerinde hissetmiş olmaları. Dayak yiye yiye, dövüle dövüle “batılılaşıyorsunuz.” Katerina döneminde mesela Voltaire, St. Petersburg’da oturuyor, doğrudan danışmanlık yapıyor. Sorumsuz, hafifmeşrep bir adam Voltaire. Rusların, hatta bizim anladığımız anlamda ilahi etiğe dönük kaygıları yok. Katerina’dan sonra bu tip adamların Rusya’ya girmeleri, gündemi tayin etmeleri sonucu, halk, entelijansiyadan kopuyor. 1870’lere kadar, halk kendi içinde, entelijansiya kendi içinde yaşıyor ve aralarındaki mesafe giderek açılıyor; kültürel bağlamdaki mesafe. Bu defa da, zaman “Narodniki”, “halk” hareketi başlıyor. Soylular köylere gidip, Çar’a karşı çıkmak üzere bilinçlendirme faaliyetleri yapıyorlar. Ve tabii “becerilemeyen” bir durum ortaya çıkıyor. Bir süre sonra Rus entelijansiyası gördükleri köylülerin “kusurlu ürünler” olduğuna, Rus milletini bir tasavvur olarak abarttıklarına karar veriyorlar. Halk narodnikinin peşinden gitmiyor. Bolşeviklerin güç uygulama kararlarının nedeni bu isteksizlik. Onlarda milleti zorla yola getirmeye çalışıyorlar. Bunu çok da yanlış bir zamanda yapıyorlar, çünkü 1911’ler, Rusya’da bir takım ciddi reformlara girişildiği ve sonuç alınmaya başlandığı bir zaman. Bolşevikleri aslında reformların başarısı da korkutuyor. Baltalamak için ellerinden geleni yapıyorlar, çünkü “tek yol devrim.” Milyonlarca insan ölüyor; mujikleri belli bir şekle sokabilmek için bilerek kıtlık yaratıyorlar. Yıkmadan yapmak olmaz anlayışı yayılınca, halk da “ne yapalım, madem, peki” tavrına giriyor.


1985’lerden itibaren Rus aydınlarının iki cepheye ayrıldığı görülüyor. Biri, mektepliler – bunlar şimdi artık hemen hepsi liberal olan “solcular” gibi. Tam bir dönüş yaşandı ve devam ediyor. IMF, liberalizme dönüş reformlarını gerçekleştirmek üzere devreye giriyor. Sonuçta, “nomenklatura özelleştirmesi” denilen bir süreç yaşanıyor ve Rusya 13 oligark tarafından paylaşılıyor. Bu oligarkların % 70’i de Yahudi. İlginç olan tarafı 1917 ihtilalinin de en tepe noktasındakilerin % 80’inin de Yahudi olmuş olmaları. Ekonomi halen bütünüyle kontrolleri altında. Geriye çekilip bu nasıl oldu diye baktığımızda,bu “mektepliler”in, Rus egemen sınıflarının çocukları, yakınları olduğunu ve burslarla yurtdışı eğitime gitme gibi imkanlardan yararlanmış olduklarını görüyoruz. ABD’de ve Avrupa’daki eğitim sürecinde liberalizme, kapitalizme kayıyorlar. Rusya’ya dönünce de yurtdışından gelmiş IMF, Dünya Bankası gibi kurumlardan gelenlerle ahbaplıkları devam ediyor. Yabancı dostlarına kendilerini ülkelerinde baskı altında tutulan, fakat yaşayabilmeyi hernasılsa becermiş insanlar olarak takdim ediyor, onlarla işbirliği yapıyorlar. Bugün Türkiye’de de benzer durum var. Tüm muhafazakar görünümüne rağmen bugünkü hükümet dahi yabancı iltifatından sevindirik olur. 


1985’den sonra bizdeki gibi Rusya’da da giderek artan ölçüde yabancı mallar, yabancı müzik hayranlığı, yabancılarla ilişki kurma özentisi var. IMF Rusya’ya gelip müthiş şok tedavisiyle ülkenin içine dalınca, inanılmaz yanlışlar yapmış. Adeta bir rezaletler zinciri. Örneğin, 1991’de Rusya’nın tedavüldeki bütün rubleleri vagonlarla yurtdışına çıkarılıp, bununla dolar alınıyor. Orta sınıfın zaten küçük olan bütün tasarruflarını, bir gecede silip süpürüyorlar. Bu, Kolombiya, Sicilya mafyasının ülkenin içindeki ekiplerle yaptıkları bir operasyon. Hiperenflasyonu durdurmak için yaptıklarını söylüyorlar, tabii ki durdurulamıyor, enflasyon % 1350’ye fırlıyor. Rusya’nın içindeki adamlarla, dışarıdaki kollarının dönüp gelip 3 kuruş-5 paraya birlikte Rusya’yı parsellediklerini görüyoruz. Bugün gelinen noktada, Abromoviç mesela, Kamçatka Valisi iken gidip 3,5 milyar dolara İngiltere’de bir spor klubü alabiliyor.