BANA HAKİKATİ DEĞİL, MURADINI VER

“Türk milleti çalışkandır, Türk milleti zekidir”

Rahmetli Cemil Meriç’ten mealen bir cümle bu: “Bana hakikati değil, muradını ver. Olmak istediğin gibi görün, olduğun gibi değil. Çünkü, her yalan bir yaratış.” Kuantum gerçekliği ile tuhaf, şaşırtıcı hatta tekinsiz bir biçimde örtüşen bir cümle.

Kuantum varlıklarının hem dalga-benzeri hem de cisimcik benzeri suretleri olduğundan bahsetmiştik; dalga-benzeri suretlerinin uzaya, zamana ve olabilirlik alanına dağılmış, buna karşın, cisimcik-suretlerinin zamanın bir noktasında sahicilik alanında mukim olduklarından. Bir de örnek vermiştik: elli-iki kartlık bir deste. Ambalajı henüz açılmamış olduğu durumda, destenin en üstündeki kartın hangisi olduğu bilemeyiz; bu kart henüz gözlenmemiş olduğundan olabilirlik alanındadır. Elli-iki karttan herhangi birisi olabilir. Diğer bir anlatımla, destenin en üstündeki kartın dalga-benzeri sureti, elli-iki olasılık tanımlar.

Ambalajın açılması kartın sahicilik alanına geçmesi demektir. Kartın, örneğin maça papazı olarak belirlenmesi, diğer tüm olasılıkları ortadan kaldırır. “Dalga-suretinin kırılması” diyorlar; ambalaj yırtılıyor ve kart sahicilik alanına “kırılıyor.” Hal böyle olunca, “sahici olanı” yani “hakikati” bir “seçim” olarak da olarak da düşünmek mümkün. Ambalajı açmayı seçmezseniz, en üsteki kart olabilirlik alanında elli-iki olasılıktan birisi olmayı sürdürecektir.

Kuantum felsefecileri bu düşünce biçimini insana teşmil ettiklerinde ortaya çıkan durum, sahicik alanındaki konumumuzun olmayı seçtiğimiz konum olduğu şeklinde. “Nitekim,” diyorlar, “Düşünürseniz, sınırsız sayıda konumda olabileceğinizi görürsünüz. Hayallerinizi düşünün, ihtiraslarınızı düşünün, pişmanlıklarınızı düşünün, ‘keşke’lerinizi düşünün. En sevdiğiniz varlığı kendi ellerinizle boğazladığınızı düşünebilirsiniz, değil mi? Daha neler neler düşünebilirsiniz! Birbirleriyle çelişen, çelişmeyen hatta birbirini ortadan kaldıran sayısız sayıda olasılık var.” Siz bu olasılıklardan birisini seçip yerleşinceye kadar (yani, dalga-suretinizi çökertinceye kadar) olasılıklar sonsuz sayıda ve aynı anda varlar.

Bu bağlamda, “sanal gücümüz”den bahsetmek mümkün. Bize ait olan yegâne bağımsız, yegâne özgür güç, sanal gücümüz; temkinli entelektüellerin kuşku ile baktıkları, usa vurulmadığını sandıkları – oysa, aslının çokdeğişkenli hem/hem de mantıkta yattığı – o gizli dürtü, batıni bilgi. Kısıtlamaya gelmeyen, sansüre gelmeyen, zabturapt altına alınamayan batıni bilgi: Murat. “Murat”ı, hava, nefes, irade, maneviyat veya “Maneviyatın Enerjisi” olarak düşünebiliyoruz. Kadim Çin felsefecileri “Bedensel mükemmeliyetin tek başına beceremeyeceği türden güç ve canlılık” olarak da tarif ediyorlar. “Toplam Yaşam Enerjisi,” yani “Çi.” “Çi,” ilhamını temennilerden alan murad. Bu anlamda, “biz neye niyetleniyorsak yaşam öyle oluşuyor.” Kuantum fiziği ile örtüştüğü nokta, birincisinin insanı esas alan (anthropik) ilkesi: “Kâinat nasılsa biz O’nu öyle görürüz, çünkü eğer gördüğümüzden farklı olsaydı, biz burada olup O’nu görüyor olmazdık.”

Stephen Hawking, “Kâinat öyle olduğu için biz böyleyiz ya da tersi, biz böyle olduğumuz için Kâinat öyle,” diyor. Kâinatın kendisi gibi, yaşam da bize bizim temennileriniz doğrultusunda açılıyor. Meriç, “Bana hakikatı değil, muradını söyle. Olmak istediğin gibi görün, olduğun gibi değil. Her yalan bir yaratış,” derken, dalga-boyutunun kırılmasının murad edildiği noktaya dikkati çekiyor. “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol,” diskurundan farklı olarak, yaşamın olabilirlik alanına işaret ediyor.

İnsanlar, insan toplulukları gözlemlendikleri süreçlerde belirli nitelikler sergileyebilirler ancak bu nitelikleri kalıcı değildir. Zaman ve mekânın mutlaklığı Newtonsal bir illüzyondan ibaretti, Einstein ve görecelik yıktı. Kuantum teorisi, ölçümleme sonuçlarının kesinliğine ilişkin rüyalardan uyandırdı. Laplace’cıların* geleceğin öngörülebilineceğine dair fantazilerini de kaos bilimi ortadan kaldırdı. Bu nedenledir ki, İkinci Aydınlanma Çağı’nın anlayışı “Dünyaya dair olup da, yüzde yüz doğru ya da yüzdeyüz yanlış olduğu kanıtlanmış tek bir olgu yoktur,” doğrultusunda; ve buna insanların kendi ve başkaları hakkında verdikleri hükümler dahil. Diğer bir anlatımla, isteseniz de olduğunuz gibi görünemezsiniz. Zaten nitelikleriniz de “fuzzy” yani bulanıktır. Bu kabulün ilginç telmihlerinden birisi de – tahmin edilebileceği gibi – hukuk alanında ortaya çıkıyor.

Birinci Aydınlanma Çağına damgasını vuran Newton’un dünyada belirsizlik, bulanıklık yoktur; bir şey ya öyledir ya da öyle değildir; ya siyah ya da beyazdır, gri yoktur, anlayışını hukuka taşıdığımızda, neyin suç olup, neyin suç olmadığının kesin olarak belirlendiği sistemleri görüyoruz. Cinayet, hırsızlık vb. suçlar, ve cezaları matematiksel bir hassasiyetle maddeler, fıkralar şeklinde tanımlanır. Bir sanık, ya katildir ya da değildir, ya hırsızdır ya da değildir. Biraz katildir, biraz değildir diye bir şey yoktur. Tıpkı Klasik Fizikte olduğu gibi, burada da gri alanlar olmamalıdır. Tersi, keyfilik, hukuksuzluk sayılır. Nasrettin Hoca, gibi, “Davalıya sen haklısın, davacıya sen de haklısın, ikisinin birden haklı olamayacağını savunan dava katibine, vallahi sen de haklısın!” diyen bir mahkeme düzeni olamaz. Komik olur. Ya da komik olurdu demek lâzım. Çünkü, artık günümüzde, Birinci Aydınlanma Çağı’nın pozitif hukuk da anlayışı sorgulanıyor. O kadar ki, “hukuk adalet dağıtmalıdır; kurallar, kaideler değil” şeklindeki bir itiraz, giderek daha yüksek sesle duyuruluyor. Formal/resmi hukukun siyah-beyaz kurallarının cenderesinden kurtulan hakemlerin, tarafların uzlaşabilecekleri gri alanları kolaylıkla saptayabilecekleri düşünülüyor. Görünen o dur ki, 21. yüzyıl, tahkim mahkemelerinin itibarlarının ve sayılarının arttığı bir yüzyıl olacak. Daha uçsal bir gelişim, “kadı” sistemini savunan seslerin gürleşiyor olması. Nedeni yine aynı: Aristonun siyah-beyaz sisteminin hukuktaki uygulamalarının kaba ve indirgemeci olmaları nedeniyle adaletsizliğe neden oldukları inancı. Şeytanın ayrıntıda gizli olduğu bilgisi yeni değil ancak bu defa bahse konu olan şeytan, “Kelebek Etkisi”ni yaratan “şeytan.”

Öte yandan, insanoğlunun muradına koşum vurduğu bir an var. Kung Fu, vb. Uzak Doğu sporlarına aşina olanlar iyi bilirler, sporcuların “Maneviyatın Evrensel Enerjisi”ne koşum vurdukları o an, hasımlarını zifiri karanlıkta sezebildikleri, çıplak elleriyle mermer blokları kırabildikleri andır. “Bedeni bir damla su gibi düşünün,” diyorlar, “Bir damla su tek başına, güçsüz ve zararsızdır. Ama tsunami? Tsunami ile kim başedebilir? Murat, tsunamidir. Tsunami ile başedemeyen, varlığını muradından sağan ile başedebilir mi?”

“Murat,” aynı anda sınırsız sayıda olasılıklar üretebilir. Bu olasılıkların sahicilik alanına taşınması için itiration/tekrar yeterlidir. Kuantum fiziğinin itiration yasası, basit bir dizi talimatın ya da oluşumun durmaksızın tekrarlanması anlamında. Devamlı tekrarlanan bir dizi basit talimat ya da oluşumla çok karmaşık şekiller, yapılar, davranışlar oluşturulabiliyor. Tersi de mümkün: basit bir dizi talimatı hiç durmadan tekrarlayarak türbülansı düzenli akıntıya, Kaos’u düzene dönüştürebiliyorsunuz. “Kimyasal bir çorbadan istikrarlı yapı çıkartmak gibi, şayiaları elle tutulur bir yapıya, gerçeğe, dönüştürmek gibi,” diyorlar. Yani, bir adama kırk kere deli derseniz, deli olabiliyor. Ya da, “Türk milleti çalışkandır, Türk milleti zekidir” talimatının tekrarı hiç de küçümsenecek bir temrin değil. Bütün mesele Murat’ta düğümleniyor.

1) Pierre Simon Laplace (1749 – 1827), Fransız matematikçi, astronom, fizikçi. Exposition du système du monde’un yazarı. 1796’da basılan kitabı astronomi tarihinin bir özetiyle birlikte, oluşumların genel tanımını veriyor ancak ayrıntılara girmiyordu. Laplace bu eseri nedeniyle kırk kişilik ünlü Fransız Akademisi’ne kabul edildi. “Kitabı Fransız edebiyatının başyapıtlarından birisi kabul edilmekle birlikte, bilimsel açıdan güvenilir değildir” denir: `A Short Account of the History of Mathematics’ (4th edition, 1908) by W. W. Rouse Ball.